Yazıyorum işte… anlaşılsın anlaşılmasın… yazıyorum.

Mesela ölmeden önce gidilecek 50 kent ya da görülecek 20 film listeleri var.

Ölmeden önce okunacak makale listesi var mı katkım olur mu bilemiyorum ama ölmeden önce, anlaşılsın anlaşılmasın, onlarca belki de yüzlerce makale yazmak isterim.

Her şeyden önce kendim için yazıyorum, içimdekiler dökülüyor. Sesimi seven, duymak isteyenler için de yazmış oluyorum elbet. Hangi yazar yüreğini okurları doldursun istemez?

Bugün derdim ülkemizde «şifa» bekleyen eğitim anlayışı.

Eğer yurttaşların kafasını kuma gömmek, onları; söylenenleri anlamayacak, duymayacak, hatta işitmekten kaçacak hale getirmiş olmak devletimizin çağdaş eğitim anlayışı ise bundan iyi yürütülemez diyebilirim.

Ülkemizde eğitim M.Ö. 9000’lerdeki gibi yürüyor.

Şöyle ki: Neolitik dönemde yalnızca karnını doyurmayı, üstünü başını ancak örtmeyi bilen ilk insanlar ölüm ve yaşam dışında bir şey bilmezlerdi. Doğanın seslerinden, şimşeklerden, yıldırımlardan, hayvanlardan korkarlar; hayvanların yaptığı gibi çiftleşirler, kurnazlık ve hileyle kandıran kâhin, rahip kılıklıları dinlerlerdi. Karşı gelemedikleri güçlere taparlar, içgüdüyle korudukları yavrularını kurban verirlerdi. Gene de ne doğal ne beşerî felaketlerden kurtulabiliyorlardı.

Eğitim politikamız 1945’lerden başlayarak öyle bir yürüdü, öyle bir hal aldı ki bugün Batı’nın atıklarını parayla sattığı, üniversitelerin çöp bilgiler merkezlerine dönüştüğü, insanların bilgiden cehennemden korkar gibi korktuğu, kentlerin, fabrikaların, madenlerin, ormanların, kamu kuruluşlarının, toprakların satıldığı bir ülke olduk. Bir daha nimetlerinden yararlanamayacak kadar yoksullaştık. Hepsinden önemlisi beyinler kiralandı, satıldı. Türkiye terkedilmiş çorak bir ülke oldu.

Hadi Cumhuriyet’in eğitim, insan ve bilim adamı yetiştirme tarzını beğenmediniz, bunu çöpe attınız, yaktınız, insanları devekuşlarına döndürdünüz diyelim.

Biraz olsun ilerleyin… M.Ö. 9000’lerden hiç olmazsa M. Ö. 3000’lere kadar gelin.

Dünya liderlerinin 2022’de imrenerek anacakları Mustafa Kemal Atatürk’ün gelmesine, Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmasına, daha 5120 yıl var olacak. Bundan korkacak ne var!

Eğitim M.Ö. 3200’lerdeki gibi olsun mesela.

Medeniyetin beşiği Mezopotamya’da yaşayan Sümerliler’in dünya uygarlığının temellerini attıkları zamanlar gibi olmuş olur. Onlar için okul «İçine gözler kapalı girilen / Çıkıldığı zaman gözler çok açılan ev» demekmiş.

Tarihte ilk kez yazının icadıyla okulların açılmasını, eğitim sisteminin oturtulmasını sağlayan bir politika yürütülmüş. Amaç: İdari ve ekonomik alanlarda yazılması gerekli belgeleri doğru dürüst yazacak yazmanlar yetiştirmekmiş.

Okul mezunu babalar; mesela vali, belediye başkanı, elçi, mabet idarecisi, asker, denizci, vergi memuru, rahip, arşivist, kâtip babalar oğullarını delikanlılık yaşına dek okutuyorlarmış. Ne yazık ki o zamanlar da pek az kız çocuk okuyabiliyormuş.

«Tablet Evi» denen okullarda konular arasında en ince ayrıntısına dek; yaban ve evcil hayvanlar, taşlar, yıldızlar dahil tabiat bilimi, insan vücudunun organları, bozuklukları, akraba türleri dahil tıp bilimi, arabalar, tekneler ve tüm parçaları, coğrafi bilgiler, hukuk, yapı yapma, kanal açma, arazi ölçme problemleri dahil matematik ve geometri, gramer, dil ve din bilgileri, ata sözleri, deyimler, küçük masallar, destanlar, efsaneler, ilahiler dahil şiir tarzında yazılmış edebi eserler ve müzik varmış. Disipline çok önem verilir, bitirme sınavları sonrasında geçenlere diploma dağıtılırmış.

Atatürk’e laf yetiştiremeyenler bilsin ki:

Batı’nın daha bir şeyden haberi yokken Sümer dünyanın kültür ve öğrenme merkeziymiş. Dünyadaki bütün bilgilerin temeli Sümer’de laik eğitim programlarıyla atılmış.[1]

En hoşuma giden nokta, Sümer eğitim politikasının vardığı sonuçsa araştırmaya, öğrenmeye, bilime yönelik yetişen öğrencilerin kendilerini yetiştiren öğretmenlere çok şey öğretebilmiş olmaları olmuş.

Uygar bir ülke için ne büyük gurur kaynağı değil mi?

[1] Muazzez İlmiye Çığ, Uygarlığın Kökeni. Sümerliler-2, İstanbul, Kaynak yayınları, 14. Basım, 231 s.