Değerli okurlarım, Cumhuriyetimizden, demokrasimizden geriye ne kaldı?

Ulu önderimiz yurtta ve dünyada güven ve barış içinde yaşamanın koşulu bu kavramları net ve çağdaş açıklamıştı.

Neden ülkemizde cumhuriyet ve demokrasi başka yöne evrildi?

Düzenli bir yanıt verebilmek için kimi kaynaklardan yararlandım. Bunlar arasında Berna Türkdoğan’ın ve Em. Tümgeneral Muzaffer Erendil’in çalışmalarını, 2015 yılında Fransız Ulusal Araştırmalar alanında gümüş madalya alan Siyasi Düşünceler uzmanı, felsefeci, Bernard Manin’in çalışmasını ve Müdafaaa-i Hukuk Dergisi’nin Ağustos 2001 sayısını irdeledim. Linkleri aşağıda veriyorum.[1]

Söze güncel ve ürkütücü birkaç istatistikle girmek istiyorum. Merkez Bankası yılın 4. Enflasyon Raporu toplantısında 2023 yıl sonu enflasyon tahminini yüzde 65 olarak, 2024 yıl sonu tahminini de yüzde 36 olarak güncellemiş ama saygın ekonomistlerimizden Meriç Köyatası da değerlendirmesini yüzde 132 olarak açıklamış. Bugün Türkiye Cumhuriyeti’ni ilgilendirmesi gereken başka önemli rakamlar da şöyle: 2023 yılının ikinci yarısında geçerli olan net asgari ücret tutarı 11 bin 402 lirayken dört kişilik bir ailenin aylık gıda harcaması tutarı (açlık sınırı) 14.025 lira, bu ailenin gıda ile tüm temel harcamaları için haneye girmesi gereken toplam gelir tutarıysa (yoksulluk sınırı) 45.686 lira.

Sade bir vatandaş, edebiyatçı, düşünür olarak birinci sorum şu: Bu asgari ücretle bu pahalılıkta nasıl yaşanır? İkinci soru: Herkes ekonomiden yakınırken nasıl oluyor da İstanbul’da kafeler, üstelik gençlerle, dolup taşar? Üçüncü soru: Vatandaş nasıl olur da hâlâ ülke yönetimine toz kondurmaz? Dördüncü soru: Açlık sınırının altında yaşamaya, iş bulabiliyorsa çalışmaya, zorunlu olduğu bir toplumda, tüketime dönük bir yaşam tarzını nasıl olur da gerçekleştirebilir?

İngiliz yazar, filozof Aldous Huxley’in 1932’de yayınlanan Cesur Yeni Dünya adlı bir kitabı var. Ahmet Hamdi Tanpınar gibi beni de etkilemiş bir eser. Edebiyat çalışmalarım sırasında Fransızcasından okumuştum [Le Meilleur des mondes]. Huxley tüketime yöneltilen bir toplumda istikrar politikasının nasıl sağlandığını betimler. Tüm ekonomi ve sosyal felsefe tüketim üzerine kuruludur. Toplumu oluşturacaklar kişilikten ve özgünlükten yoksun canlılar olarak üretilir. Fabrikada bilimsel iş bölümüne göre yerleştirilmiş, uzmanlaşmış köle işçiler çalışır ve klonlama yöntemine göre üretim yapılır. Özgürlükten ve egemenlikten uzak bu toplum, her arzusunu, her gereksinimini, anında ve kalıcı olarak tatmin etmektedir. Yakınmak gibi bir kavram tanımazlar. Kitabın konusuyla günümüz Türkiye’si arasında fantastik gelebilecek bağlantılar elbette kurulabilir. Başka bir yazının konusu olur o da. Diyeceğim o ki kapitalizmin geldiği son noktada tüketimcilik politikasıyla sağlanan istikrarlı toplum durumu diye bir şey var. Devletler ve kişiler de gereksinimlerini yerine getirmek üzere buna göre davranış geliştiriyorlar. Bugün zenginler daha çok zenginleşir, yoksullar yoksullaşırken, işsizlik, geçim koşulları, sağlık ve sosyal koşullar ağırlaşırken, kredi kartlarına borçlanmayı sürdürülür öte yandan intiharlar artarken; her yönüyle tam bağımsızlığa ve ulusal egemenliğe dayalı bir ulus ve devlet olarak kurulmuş olan Cumhuriyetimiz yok olma yolunda.

Cumhuriyet ve demokrasi Atatürk’ün kazandırdığı anlamlarından çok uzak. Bu uzaklık neredeyse M.Ö. 1000 yıllarının başında tarihin en eski Türk devletini kuran Hunlar’a olan uzaklığa eşitlenmiş gibi. Asya'nın en büyük göçebe hanlığını kurarak ilk modern devlet ve ordu anlayışının altına imzasını atan, millet ve vatan sevgisinin kutsallığını ortaya koyan bir Mete Han varmış mesela. İki bin yıllık tarih geçmişine sahip Hunlar’da kamuoyu bir araya gelir, başkan olacak birini seçer, onu keçe üstüne oturtup havaya kaldırarak kutlar, hatta ona tanrısal nitelik vererek, boynunu bir ipek kumaşla sıkıp o sıkıntı halinde söylediklerini yorumlayarak hakkında kanı edinirlermiş. Ne var ki sonradan ortaya çıkan devletlerde yönetici kadrolar kendilerine kimi yetkiler tanıyıp halka yukarıdan bakmaya başlamışlar. Öyle ki Osmanlı padişahlarının devletin temeli olarak görüldüğü, halkın zorunlu boyun eğip saygı gösterdiği bir anlayış, bir siyasi, askeri ve teokratik şeflik halk üzerinde mutlak egemenliğini yüzyıllarca sürdürmüş. Ancak 16. yüzyılda gücün milletten geldiği, bu güç yeteneksiz birinin eline düştüğünde, onu elinden gene milletin alabileceği, bunu da milletten oluşan bir Meclis yoluyla yerine getirebileceği anlaşılmış. Bu demokrasi prensibi hükümdarların etkisini kırmak için siyasal mücadele aracılığıyla kullanılmış. Türk halkına insanlık onurunu kazandıran milli önderimiz bu noktanın altını şöyle çiziyor: "Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti pekâlâ bilirsiniz ki eski Babıâli Hükûmeti değildir. Türk ulusu yeni bir iman ve kesin bir ulusal azim ile yeni bir devlet kurmuştur. Halk ulusal egemenliği benimsemiştir. Memlekette tek egemen etmenin kendisinden ibaret olduğunu unutmamalıdır."

İşte Cumhuriyetin 100. Yılında Türkiye olarak bizlerin bütünüyle unuttuğu şey bu bölünmez ve vazgeçilmez egemenlik düşüncesi. Öğrendiğimiz bu egemenlik anlayışı biz bireylerin iradesinin üstünde bir anlayış. Bencillikten uzak, kişisel avantajların göz ardı edildiği, yalnızca genel çıkarın gözetildiği bir anlayış. Ona dayanan bir siyasi seçim iradesiyle yıllarca hareket ettik. Bu iradeyi ulusumuzun ortak iradesi biçiminde benimsedik. Demokrasinin özünü siyasal nitelikte ve bireysel, düşünsel, eşitlikçi olarak tanıdık, bildik ve on yıllardır değişen iktidarlara oylarımızı sorumluluk devretmek için değil onları görevlerine atamak için verdik. Ama gördük ki vekillerimiz bir kez seçildikten sonra bizlerden bağımsızlaştılar. İsteklerimizi açıkça takip etmek zorunda değillerdi belki. Bununla birlikte, sınırlı görev sürelerini göz önüne alarak, yeniden seçilme umuduyla da olsa bir kez bile çıkarlarımız doğrultusunda hareket etme gereği duymadılar. 1950’lerde mesela Meclisimiz çok partili sistemin simgesi ve Millet iradesinin temsil organı olmuştu ve bu sonucu çıkardığı bir yasayla da sağlamıştı. 2000’lere geldiğimizde egemenliğin artık biz yurttaşların elinde değil iktidarların elinde olduğunun ayırdına vardık. Millet olarak yönetenler üzerinde denetimi çoktan yitirdiğimizi gördük. Siyasal özgürlüğü sağlayamadığımız ortaya çıktı. İnsan olarak egemenliğe katılamaz duruma geldik.

Gelin size siyasal bilimlerin ortaya koyduğu acı gerçeği söyleyeyim: Milletvekilleri de insanoğlu diyorlar. Her zaman hizmet etmeleri gereken özel çıkarlarının yanı sıra ait oldukları aile, cemaat ya da sınıf gibi belirli grupların çıkarlarıyla da ilgilenmek durumundalar. Ender olarak kendini tamamen siyasi görevine verenler çıkmıyor değilmiş ve en iyi olasılıkla kamu yararına yönelik kaygılarını öteki arzularına baskın hale getirmeyi başarabiliyorlarmış.

Şimdi demek ki millet olarak hükümet üzerinde hakimiyeti sağlamayı, bilinçli olarak örgütlenmeyi, bilmek ve öğrenmek durumundayız. Çünkü seçtiğimiz temsilcilerin çıkarları artık biz seçmenlerin çıkarlarıyla örtüşemez oldu. Mesela aldıkları bir kararla aylık gelirlerini anında değiştirebiliyorlar. 2023’te aktif olan vekillerin aylık gelirleri 73 bin 379 lira oluvermiş. Hem milletvekilliği yapan hem de emekli milletvekili olanlarınki de aylık 125 bin 349 lira olmuş. Gene kendilerinin belirlediği özel emeklilik planları var. Ona burada değinmeyeceğim. Eğer Cumhuriyetin kuruluşunda olduğu gibi temel hedef demokrasiyi yerleştirmek ve yaşatmak olarak kalsaydı, demokrasi düzeni devlet hayatına egemen olsaydı, hukukun üstünlüğü korunsaydı, devletin yürütme gücü yasama gücüne baskın çıkmayacak, güçler ayrımına son verilmeyecek, iktidar olağanüstü güçlenmeyecek ve toplumun hayatını yol ve yönteme uymadan, istediği gibi belirleme gücünü elde edemeyecekti. Türkiye de bugünkü gibi totaliter demokrasiler benzeri bir modele evrilmeyecekti.

Aklımın almadığı şeylerden biri de iktidarla birlikte çalışan muhalefet. Sanki o dogmatik ve skolastik şeriat devletinden laik devlet anlayışına geçmek Türk inkılabının ana ekseni değilmişçesine davranıyor. Cumhuriyet anlayışından o denli uzakta. Yolsuzlukların ve gericiliğin kalbinde yaşayabiliyor. Milli önderimizin: "Bir iman ve ahlak rehberi olan İslam dininde pozitif bilimleri, fiziği, kimyayı Kuran’da bulmaya çalışmak bu dini hiç anlamamaktır." sözlerinin unutulması için muhalefet nasıl bu denli canla başla iktidarı destekleyebiliyor anlayamıyorum. Fırsat bekleyen eski kurumlara karşı devrimlerimizi koruyacak gerekli tedbirleri nasıl düşünemiyor, alamıyor onu da anlayamıyorum. Oysa bu ülkenin seçmenleri arasında, kendilerini yönetecek devletten insan haklarına dayalı, insancıl, eşit, özgür ve anayasal bir yetke içinde olması gereğini bekleyen çok. Anlaşılan kan karşılığında elde edilmiş demokrasimize bu üstünkörü sahip olanlar onunla özdeşleşmekte zorlanıyorlar. Hatta onu özel çıkarlarına engel görüyor, dış desteklerle anlaşarak onu bozuyorlar. Toplumsal ve ekonomik demokrasiyi yok eden bir siyasi anlayıştır bu sürmekte olan.

Fransız Devrimini hazırlayan filozoflar tarafından despotizme alternatif olarak sunulan Temsili demokrasi/Temsili hükümet çözümü bizde tarihsel olarak ulusal egemenlik bağlamında ortaya çıktı. Bu çözüm halkın ortak iradesinin ifadesi olarak tasarlanan ve bir özgürlük politikasının koşulu olarak görülen ulusal temsil düşüncesi. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşta benimsediği bu devlet biçiminde, üst yöneticileri belirlemek için yapılan seçimlerde, ulusal istencin yansıtılması, halk egemenliğinin özde gerçekleşmesi gereklidir. Gel gelelim antidemokratik yöntemlerle engellendiğine tanık oluyoruz. Bize emanet edilen demokratik yapıdaki siyasal ve hukuksal devlet biçimimiz olan Cumhuriyet artık yalnızca görünüşte. İçimizden çıkan işbirlikçilerin desteğiyle yönetim neredeyse bütünüyle teknolojik ve endüstriyel toplumların eline geçmekte.

Bu noktada çağdaş dünyanın yeni bir gerçeğine değineceğim: Kapitalizmin-tüketimciliğin getirdiği yeni rejimler oluşumuna demek istiyorum.

Teknoloji üstünlüğüne, demokrasinin siyasal anlamda varlığına sahip oluşumlar bunlar. Siyasal yarışma özgürce yapılıyor, hükümet otoritesini tek başına temsil edecek kişi otoriteyi gerçek demokratik yollardan kazanıyor veya yitiriyor. Bu Cumhuriyetçi monarşiler olgusuna seçimle gelen krallar adı verilmiş. Acaba biz de bunlardan biri olmaya mı özeniyoruz diyorum ama bizde işler dürüstçe yürümüyor ki. Otorite dürüst, özgür ve gerçek olmayan seçimlerle ele geçirilmekte. Kurulan meclisler de demokratik değil. Türkiye o oluşumlardaki gibi yönetimin eleştirilebildiği ilkeler düzeninden yoksun. Yurttaşlar özgürce konuşup düşüncelerini savunamıyor, kişisel seçimlerinin uygulanabildiğine güven duymuyor. Yürütme yasaları uygulamıyor; her şeyin üzerinde görev yapan bir bağımsız yargımız yok.

21. Yüzyılın başından bu yana Türkiye’de sertleşerek ilerleyen bir siyasi eğilim var. İktidar anlayışı bütünüyle değişti. Bu geçiş, devlet yapısında kırılmaya, yasalarda ve dolayısıyla vatandaşların günlük yaşamlarında değişikliklere yol açtı. Siyasi güç önce bir azınlığın elindeydi, sonra yalnızca iki dudağın arasında kaldı. Bu gidiş yolsuzluğu özendirerek yürüdü. Sözde milli iradeyi temsil ettiğini söyleyen seçilmiş kişi kendini ülkenin tepesinde iktidarda yalnız buldu. Bireysel çıkarlarıyla kolektif çıkarlar arasındaki sıkışmışlığını da lobiler ve muhalefet el birliğiyle dağıtıverdi. Yapılan yolsuzluklardan eş dost, cemaatler, gruplar yararlandırılarak istikrarlı diye değeri yüceltilen bir yönetim sergilendi. Başka partilerden istifa edenler o kampın kuyruğunda sıraya girdiler. Paranın olduğu yerde yuvalananların tek derdi rüşvet ve para aklamak oldu. Milletin kemer sıkarak verdiği vergiler ve sayısız dolaylı vergi iktidar seçimlerine kaynak yapıldı. Duruma katkılarını tek adamın gözünde artırma hevesine kapılanlarsa siyasi tarafsızlığı akıllarına bile getiremediler çünkü varoluşlarını ve tüm varlıklarını ona borçluydular. Kamu ihalelerini almak gibi belirli adımları kolaylaştırmak üzere devlet kaynaklarıyla kendi paydaşlarını ödüllendirmeyi ondan öğrendiler. Seçmene gelince bir gönüllü kula dönüştü. Sonuç olarak demokratik yollardan bütünüyle sapmış, Anayasa dinlemez bir iktidarın cumhuriyetinde bulduk kendimizi.

Modern siyaset biliminin temellerini 16. yüzyılda atan Fransız yazar, düşünür, yargıç ve siyasetçi Étienne de La Boétie Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev adlı kitabında bu türden seçilmişleri Tiran olarak tanımlıyor. Ona göre, bunlar, ahlaksızlık ve zalimlikte diğer iki Tiran türünü, yani gücü kalıtım yoluyla elde edenlerle silah zoruyla elde edenleri geride bıraktıklarını söylüyor. Prestijleri, büyüklükleri ya da halkı baştan çıkarmalarını sağlayan herhangi bir nitelikleri nedeniyle de bunların seçildiğini belirtiyor.

Oysa bizler Türkiye’de hiç kimsenin kendi kendini seçemediği, kendi kendine iktidar veremediği bir demokratik sistem içinde yaşıyorduk. Ama uygulanan baskılar, dürüst olmayan yöntemler -bu olsa referandum bile- sistemi güçsüzleştirdi, yetersiz kıldı. Özgürlüklerin bulunmadığı ve güvence altına alınmadığı bir cumhuriyette, belirsiz, sınırsız, denetimsiz bir iktidarın uyguladığı politikaların kurbanları olarak yaşıyoruz. Halksız bir demokraside, halksız bir yönetimde yaşıyoruz. Öte yandan kökü henüz kurumamış saltanatçı ve dinci çevreler gericilik eylemlerine bir kez daha sarılmış durumda. Yeni parti kurmalar ve demokrasi denemeleriyse kışkırtmalara aracı oluyor. Demokrasiye katkı olacağına engelliyorlar. Cumhuriyet demokrasiyle geliştirileceğine yozlaştırılıyor.

İstersek bu sürüklenme önlenebilir.

Hatta istenirse dünyadaki demokrasi bunalımına yetkin çözümler getirilebilir.

Zamanında buna inanan bir İngiliz gazeteci çıkmış. Mesela Ward Price’ın Atatürk hakkındaki şu sözlerine bakalım: "Diktatörlüklerin katlanamadığı serbest bir yönetimle, demokrasilerin başaramadığı ve başaramayacağı işler yapmıştır. Tarihte böyle adamlar, devirlerine kendi isimlerini vermişlerdir. Yani o kadar ender yetişirler."

Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk 18. Yüzyıl Fransız aydınlarından ve Toplumsal Sözleşme’nin yazarı ve temsili sistemi eleştiren Rousseau ile liberal inançlara sahip ve temsili sistemden yana Fransız-İsviçreli politikacı Benjamin Constant’ı kuşkusuz biliyordu. Rousseau, kitabında, o dönemde Büyük Britanya'da yürürlükte olan parlamenter sistemi eleştirir. Ona göre temsilcilerini seçerek yasama yetkisini belli bir görev süresi için devreden halk, aslında egemenliğinden vazgeçmiş, özgürlüğünden feragat etmiştir. Benjamin Constant ise modern toplumda bireyin özel yaşamında bağımsız olduğunu kabul eder ama en özgür devletlerde bile onun sadece görünüşte egemen olduğunu söyler. Çünkü egemenliği sınırlıdır, neredeyse her zaman askıya alınmıştır. Önlemler ve prangalarla çevrilidir; değişmeyen ama ender zamanlarda ancak egemenliğini kullanabilir. Bunu yaparken de zaten ondan vazgeçiyor olur.

Atatürk tüm bunların bilgisinde ve bilincinde olarak Cumhuriyeti ve demokrasiyi Türk gençliğine bıraktı. Kurduğu ulusun hikâyesi ötekilerinkinden farklıydı çünkü. Yeni bir inanç ve kesin bir azimle modern bir devletti kurduğu. Halkın ulusal egemenliği bağrına bastığı, ülkede tek egemen etmenin kendisi olduğunu anladığı ve gördüğü bir devletti; bunu unutmayacaktı.

Cumhuriyet’in 100. yaşına ulaştığımız bu günlerde bırakılan yüce mirasın elimizden uçup gitmemesi hâlâ bize, Türkiye halkına bağlı. Gerçek bir milli irade, hızlı ve doğru çözümler gerekiyor şimdi. Modern özgürlüğün tehlikesi özel bağımsızlığımızın tadında, bunu biliyoruz. Özel çıkarlarımızın peşinde koşuyoruz koşmasına da millet olarak siyasi gücü paylaşma hakkımızı korumayı boşlamamalıyız. Otorite zaten kendisine boyun eğmemizden, fazlasıyla vergi vermemizden, ona dokunmamamızdan yana ve elinden geleni yanına koymuyor. Oysa işe girişip iktidara sınırları içinde kalması gerektiğini öğretmek zorundayız. Güç anlayışı artık değişmeli. Hiçbir liderlik ekibinin kesin olarak kurulamayacağı, hiçbir programın kesin olarak kabul edilemeyeceği ve hiçbir politikanın geçici olarak resmi olmaktan öteye gidemeyeceği biz seçmenlerce iyi anlaşılmalı. Bu anlayışın getireceği açıklık, iktidarın bu şekilde kullanılabilir olması, muhalefetin iktidardakiler kadar meşru bir güç olabileceği, hepsi, çoğulcu bir felsefe tarafından iktidara dikte edilmeli. Tüm eğilim ve çıkarların kendilerini ifade etme olanağı bulacağı, herkesin hükümete erişiminin sağlanacağı, onun ayrıcalıklarını kendi görüşlerine göre kullanabileceği benimsenmeli. Bu türden bir Temsili Demokrasi bölünmenin üstesinden gelebilir. Çıkarların çeşitliliği savunulduğu gibi azınlıkların haklarının çıkar grupları tarafından tehdit edilmesi önlenebilir. Herkesin fikrinin katkısıyla oluşacak bu genel irade devleti de büyütecek, güçlendirecektir.

Çağımızın yeni demokrasi örneklerinden olan Katılımcı Demokrasiler ilk olarak şehir ve ülke planlaması alanında ortaya çıkmış durumda. Dernekler merkezi rol oynayarak vatandaşlar adına devlet makamlarının muhatabı oluyor. Siyasi karar alma süreçlerine yurttaşların katılımını artırmaya dayalı bir güç paylaşımı ve uygulama yöntemi Katılımcı Demokrasi. Halk, kararların şekillendirilmesine katılarak, çeşitli süreçlere baskı yapabiliyor.

Bir de John Rawls ve Jürgen Habermas'ın teorilerinden esinlenen Müzakereci Demokrasi var. Arkasındaki ana fikir de şu: Siyasi bir karar ancak eşit vatandaşlar tarafından gerçekleştirilen bir kamusal müzakere sonucuysa gerçekten meşrudur. Müzakereci demokrasi, temsili demokrasinin tamamlayıcısı olarak daha fazla kullanılmakta. Yakın zamandaki uygulama örnekleri arasında İrlanda Anayasa Konvansiyonu (ICC), Belçika Müzakereci Komisyonları, Fransız Yurttaşların İklim Konvansiyonu sayılabilir. Bu sistem altında yaşayan devletlerde, halka gelişmiş ifade, dilekçe ve gösteri hakları tanınıyor. Hatta bazı ülkelerde vatandaşlar imza toplayarak "Halk Girişimi" diye bilinen bir kanun teklifi sunabiliyor veya bir kanunun yürürlükten kaldırılmasını talep edebiliyor.

Dönelim bize.

Kendi kendimizi yönetebilmek, akıl ve bilime dayalı bir ortamda insanca yaşayabilmek için, her şeyden önce laiklik ilkesi ile yasama, yürütme, yargı kuvvetleri ayrılığını yeniden yerleştirmek gerekiyor. Türk gençliğine vereceğimiz önemle bilimde gelişme sağlanabilir, fikir satabilecek hale gelebiliriz. Milli önderimizin 20 Ekim 1927 günü Cumhuriyet Halk Fırkasının II. Büyük Kongresi'nde "Türk Gençliğine Bıraktığım Emanet" başlıklı toplam 15 cümleden oluşan metni, başucu metnimiz olmalı.

Cumhuriyet kurulduğunda Türk ulusunun henüz bir aşamada olduğunun bilincine varalım. Gösterdiği yolda ilerlemekten geri kalmadığını görelim. Önderimiz; içtenlikle istediği ve benimsediği demokrasinin gerçekleşme koşullarını, hayatı elverdiği sürece hazırlayabildi, sonra gençliğe emanet etti. Türkiye’nin sayısız sorununu çözerek 21. Yüzyılda çağdaş uygarlığı yakalayabileceğimiz bir reçete bu. Onu kullanmaktan başka çare yok.

Ekonomik bağımsızlığımız tam bağımsızlığımızın en önemli ögesi olmalı. Devletimizi yaşatmak için kendi öz gelir kaynaklarımıza yabancılara başvurmadan dönmeliyiz. Borçlanmalarımızı gelir kaynaklarımızı geliştirmek için kullanmalıyız. Ülkemizin bayındırlığına, üretimine, gönencine katkıda bulunmalı aldığımız borçlar. Verimi uzun yıllar sonra ortaya çıkacak yüksek maliyetli yatırımları finanse etmeliler. Yıllar sürecek bir çalışmaya razı olmalı, bu çalışmayı da uygulanacak bir programa dayalı yapmalıyız.

Sosyal ahlakımız bu yola hizmet etmeli.


[1] https://fr.wikipedia.org/wiki/Principes_du_gouvernement_repr%C3%A9sentatif  ;  https://www.atam.gov.tr/wp-content/uploads/Berna-T%C3%9CRKDO%C4%9EAN-Atat%C3%BCrk-Cumhuriyet-ve-Demokrasi.pdf ; https://atamdergi.gov.tr/tam-metin-pdf/495/tur .