Hz. Muhammed (Saygı ve esenlik Olsun Ona) Çalap Tanrı’nın son elçisidir. Yaklaşık 23 yılık bir süre içinde son din olan İslam’ı tebliğ etti. Ömrü zorluklarla geçti; dayanılmaz zorluklarla… Ama o dayandı ve göğüs gerdi her birine… Gün geldi, hakarete uğradı, gün geldi darp edildi, gün geldi taşlandı…

Açlık, susuzluk ve türlü yoksunluklarla ezdiler onu…

Öldürmek istediler; hakkında ferman verildi.

Müşrik rahipler katline hükmetti.

Başaramadılar ama yurdundan sürgün ettiler.

Ve öksüz Muhammed, Mekke’yi terk etmek zorunda kaldı, Medine’ye sığındı.

Medine onu bağrına bastı ama Mekkelilerin baskısı son bulmadı.

Üzerine yürüdüler; savaştılar, vücuduna türlü kılıç darbeleriyle yaralar açtılar, dişlerini kırdılar. Amaçları katletmekti onu…

O öksüzdü, yetimdi…

Öksüzlerin ve yetimlerin hakkını savundu, ezilenleri sarıp sarmaladı.

Çevresine hep yoksullar toplandı, kadınlar ve köleler toplandı.

Yılmadı, boyun eğmedi ve sonunda şirk dinini yenmeyi başardı.

10 yıl önce terk etmek zorunda kaldığı yurduna “muzaffer bir komutan” olarak geri döndü.

Ona karşı çıkanlar, onu aşağılayanlar, sürgün edenler ve öldürmek isteyenler sonunda onun dinine teslim oldu. Ne var ki bu tam bir oyundu.

Dilleri “Muhammedürresulullah” dese de yürekleri demedi.

Ancak açıktan inkâra da artık güçleri yetmiyordu. Devir münafıklık devriydi.

Onlar “ tuleka” idi…

Onunla birlikte namaz kıldılar,

Onunla birlikte oruç tuttular, haccettiler ama ona tam olarak “mümin” olmadılar. Çünkü iman kalplerine yerleşmemişti. Müslüman idiler ama mümin değillerdi.

Ve gün geldi; Hak vaki oldu…

Muhammed, Hakk’a yürüdü.

Tarihler 8 Haziran 632’yi gösteriyordu. İnanılmaz olsa da Tanrı elçisi ölmüştü.

Evet, ölmüştü…

Ne var ki bu ölüm gerçek bir ölüm değildi. Ölürse ten ölür, canlar ölesi değil diyen Yunus’un ölümü gibi bir ölümdü bu. Muhammed ölmüştü ama Muhammedîlik yani İslam yaşıyordu.

Bütün müşrik kalıntılara karşı yaşıyordu Muhammedîlik…

Süfyaniler, Mervaniler ve Kureyş’in azgın münafıklarına karşı yaşıyordu İslam…

Çünkü ehlibeyt vardı. Fatıma vardı, Ali vardı, Hasan vardı, Hüseyin vardı.

Ehlibeyti sevenler vardı. Muhammedî yolun yolcuları vardı. Yol vardı, yolcu vardı.

Yol cümleden uluydu.

Ebu Süfyanlar, Muaviyeler, Mervanlar olsa da Ebu Zerler de vardı. Hucr da vardı, Akil oğlu Müslim de vardı.

Muhammed yaşıyordu aslında.

Ölmemişti, öldürememişlerdi onu…

O, Fatıma’da yaşıyordu, Ali’de, Hasan’da, Hüseyin’de yaşıyordu.

Ama katiller, bu sefer Allah diyerek, Allahu Ekber diyerek saldırıyordu.

Müşrik atalarının dilindeki put adları yerine artık Allah’ın adını koymuşlardı.

Saldırdılar, saldırdılar durmadan saldırdılar.

O gün geldi ki bir kılıç kesti Ali’nin bedenini…

İbn Mülcem’in kılıcı aslında Ali’nin bedenini değil Muhammed’i yaralamıştı.

Çünkü Ali’nin gözlerinde Muhammed vardı, ellerinde, kollarında, gülümsemesinde hep Muhammed vardı. Çarpan yüreğinde, damarında akan kanda, gözünden düşen yaşta hep Muhammed vardı.

Ali öldüğünde ölen Muhammed’in gözleriydi.

Muhammed’in elleri, Muhammed’in yüreği…

Tıpkı Fatıma’nın ölümü gibi, tıpkı Ebu Zer’in ölümü gibi Ali’nin ölümü de Muhammedî bir ölümdü.

Hasan’a ağu içirdiler. Bedeni ağudan kıvrana kıvrana öldü Hasan…

Muhammed bu kez de Hasan’la öldü.

Münkir münafığın soyu durmadı. Ant içmişlerdi Muhammed’in izini silmeye…

Kim kalmıştı ondan ve ehlibeytinden geriye…

Duruşu, gülüşü, sesi, soluğuyla…

Yürüyüşü, konuşması ve azmiyle bir tek Hüseyin kalmıştı.

Hüseyin’i yok etmeden Muhammed’i tümüyle yok etmek mümkün değildi.

Hüseyin, dedesinin süreç içinde nasıl yok edilmeye çalışıldığını görüyordu.

Direndi Hüseyin, baş eğmedi. Dedesi gibi “Lailahe illallah” diyordu.

Haktan başkasına biat etmem diyordu.

Haktan başkasına boyun eğmem!

Hüseyin’i Kerbela’da kuşattılar.

Yollarını kestiler.

Çadırlarını yaktılar.

Çocuklarını katlettiler. Ok fırlattılar kundaktaki bebeğe; Ali Asgar’a…

Yakınlarına türlü işkenceler yaptılar.

Kollarını kopardılar Celal Abbas’ın…

Aç bıraktılar, susuz bıraktılar Kerbela mazlumlarını…

Su diye inleyen yürekleri, kızgın güneşin altında kavrulmaya terk ettiler.

Tarihler 10 Ekim 680’i gösterdiğinde ve gün ikindi olduğunda, Kerbela çölünün kavurduğu bedenler; zulmün tanıkları ve tarihin mazlumları olarak insanlığın belleğine kanla yazıldılar.

Katiller; Allahu Ekber deyip saldırdılar Hüseyin’e…

Başını bedeninden kopardılar.

Kestiler Hüseyin’in başını…

Oluk oluk kan fışkırdı boğazından Kerbela çölüne…

Parçaladılar bedenini… Ellerini, kollarını, kulaklarını kestiler.

Atlara çiğnettiler cesedini…

Öldürdüler Hüseyin’i…

Eşi görülmemiş bir hınçla, öfkeyle öldürdüler.

Bedir’in öcüydü bu…

Öyle demişti Yezit, sefil bir gururla.

Peki, ölen Hüseyin miydi gerçekten?!

Yoksa Hüseyin’in bedeninde yaşayan Muhammed miydi?

Hiç kuşku yok ki İmam Hüseyin dedesinin davası uğruna kendini feda etmişti.

Ama ölen Muhammed idi…

Çünkü Hüseyin’in kanı Muhammed’in kanıydı,

Hüseyin’in canı Muhammed’in canıydı.

Hüseyin’in dudakları Muhammed’in dudaklarıydı.

Hüseyin’in nefesi Muhammed’in nefesiydi.

Zahirde ölen Hüseyin görünse de batında Muhammed idi.

Muhammed’i öldürdüler. Hem de Allahu Ekber diyerek…

Muhammed’i öldürdüler. Hem de acele edelim, ikindi namazını kaçırmayalım diyerek…

Muhammed’i öldürdüler. Hem de Allah adına!

Evet, Onu Müslümanlar öldürdü.

Namaz kılan, oruç tutan Müslümanlar…

Hacca giden Müslümanlar…

Hüseyin Muhammed idi, Muhammed Hüseyin!

Zira şöyle buyurmuştu Çalap Tanrı’nın elçisi:

“Hüseyin bendendir, ben de Hüseyin’denim!”

İşte buna rağmen öldürdüler Hüseyin’i…

Katillere lanet, mazlumlara selam olsun!

Selam olsun İmam Hüseyin’e…

Selam olsun İmam Ali’ye…

Selam olsun Tanrı elçisi Muhammed Mustafa’ya…

Öldü desek de ölmedi onlar…

İmanımızda yaşıyorlar.

Yüreğimizde, vicdanımızda, aklımızda yaşıyorlar.

Selam olsun ölümsüz şehitlere,

Selam olsun Kerbela mazlumlarına...