“Hastalığım teşhisi temyiz edilemeyen bir mahkeme kararı gibi.”

Bu cümleyi ilk kez 20 Ocak 2025’te, Serpil Meriç’in Toplumsal’da Avukat Yüksel Özbey’le gerçekleştirdiği söyleşisinde okudum.

Kendisine “Parkinson” teşhisi konulan bir avukatın ağzından dökülüyordu bu sözler.

Ölmeden mezara konulmayı tarif ediyordu.

Nedendir bilmem? Çok düşündüm üzerinde.

Daha sonra Serpil Abla’yı aradım.

Kısa bir hasbihalden sonra, bu kıymetli söyleşi için kendisini takdir ettim, daha sonra “bu adamın hikâyesini okumalıyım” dedim.

Sağ olsun, kitabı gönderdi.

Okumak yeni nasip oldu, yazmak ise farz.

Yüksel Özbey’in Parkinson’lu Avukattan Küçük Bir Hikâye kitabı ile tanışma hikayem böyle başladı.

Özbey, kendi yaşadıklarını kurguyla harmanlayarak yarattığı Arif karakteri üzerinden kapitalizmin idealize ettiği insan tarifini paramparça etmeyi başarıyor.

Arif Yıldız — romanın kahramanı — düzenli, disiplinli, sağlığına takıntılı bir avukat.
Bir gün havuzda sol bacağını hissedemiyor.
Önce geçici bir kas yorgunluğu sanıyor.

Ama o kas bir daha toparlanmıyor.

Böyle başlıyor Arif’i içsel gelişime götüren yolculuk.

Yıllarca gücüne, disiplinine, kontrolüne inanan bir adamın “irade” denen kutsalına darbe iniyor.
Çünkü Parkinson yalnızca bir sinir sistemi hastalığı değil;
insanın tanrısallaştırdığı kontrol duygusuna indirilmiş bir tokat.
Arif’in bedeni onu yarı yolda bırakıyor, tıpkı modern dünyanın “başarılı insan” masalının bizleri yarı yolda bırakması gibi.

Özbey, bu romanla aslında tıbbı değil, toplumu teşhis ediyor.
Sürekli daha fazla çalışan, daha sağlıklı beslenen, daha hızlı yürüyen bir türüz biz.

Roman, Arif’in fiziksel kaybının giderek varoluşsal bir krize dönüşmesini anlatıyor.
Spor, düzen, plan, disiplin…
Hepsi birer anlam kalıntısına dönüşüyor.
O disipliniyle övünen adam, şimdi sabah uyanmak için bile başkasına ihtiyaç duyuyor.

Yüksel Özbey, bu bozulmayı anlatırken hem acımasız hem dürüst.
Çünkü Arif yalnızca hastalığıyla değil, toplumun bakışıyla da savaşmak zorunda kalıyor.
Hastalığa değil, hastaya mesafe koyan bir kültürde yaşıyor.

Tam bu noktada Atilla’nın dostluğu ile tanışıyoruz.

Arif ve Atilla'nın arkadaşlık ilişkisi, "basit bir selamlaşmayla" başlamıştır ve yavaş yavaş birbirine yaslanabilen iki ruhun kardeşliğine dönüşmüştür.

Arif, Parkinson teşhisi sonrası düştüğü depresyondan ablası Yasemin'in yardımıyla kısmen kurtulduktan sonra, tesadüfen gezindiği bir internet sitesinde "Sıra dışı Eğitim Merkezi" ile karşılaşır. Arif oraya eğitime gittiğinde, Akut Miyeloid Lösemi hastası olduğunu öğrendiği Doktor Atilla ile dostlukları başlar.

Bu dostluk, kısa süre sonra ortak bir hayale dönüşür: bir şifa köyü kurmak. Atilla ile Arif’in birlikte verdikleri mücadele, hastalığın getirdiği zorluklara karşı en büyük destek kaynağı olur.

Dostluğun Derinleşmesi ve Anlamı

Atilla’nın Arif’e yaklaşımı, Parkinson teşhisi sonrası Arif’in yaşadığı varoluşsal yalnızlığı sonlandıran kritik unsurdur:

Herkes Arif'e endişeyle veya korkuyla bakarken, Atilla’nın bakışı "sade, insanca, 'buradayım' diyen bir bakış" olarak kalmıştır. Atilla, Arif’i acıyarak dinlememiştir.

Atilla, Arif’in elinden fincan titreyerek düşse bile bunu görmezden gelmiş, fincanı alıp masaya koymuş ve konuyu değiştirmiştir. Bu tavır, dostluklarının hastalığın adını bile unutturacak kadar doğal ve incelikli olduğunu gösterir

En çarpıcı örnek, Arif'in bacağının deniz kenarında kilitlendiği andır. Atilla, Arif’e "iyi misin" ya da "yardım edeyim" demek yerine, sadece sigarasını uzatmıştır. Arif, bu jestin anlamını "Gerçek dostluk, insanı ayağa kaldırmaz; onunla birlikte durmayı bilir" şeklinde yorumlamıştır. Atilla, bazen de "Senin o sol bacak var ya, sırf tembellikten parkinson olmuş" diyerek mizah yoluyla Arif'in kahkahasını bastıramamasını sağlamış, böylece hastalığı unutturmuştur.

Ama Arif’in içindeki yaşam direncini yalnızca dostluk değil, bir başka sıcaklık da besliyordu: Tazegül. Arif’in ona duyduğu his, klasik bir aşk değil, yaşama tutunmanın en kırılgan biçimiydi. Tazegül’ün varlığı, Arif’in elleri titrerken bile kalbinin hâlâ çalıştığını hatırlatıyordu.

Kitap ilerledikçe, Arif’in içindeki öfke yerini kabullenişe bırakıyor.
O “yavaşlık” artık düşman değil; düşünmenin, hissetmenin yeni biçimi.
Yavaşladıkça derinleşiyor, derinleştikçe anlıyor Arif:
İyileşmek, eskisi gibi olmak değil — başka biri olmayı öğrenmektir.

Ve Yüksel Özbey de tam bunu yapıyor.
Kendi hastalığını inkâr etmiyor, ondan anlam çıkarıyor. 9 yıl sonra yazmaya başlıyor.

Yine Serpil Meriç’in söyleşisindeki sorusuna verdiği yanıtta;
“Yazmasaydım delirirdim,” diyor.

Delirir miydi bilmem ama ben, yıkıma uğramış bir insanın kendini yeniden var edip kelimelerle ayağa kalkışına tanık oldum.

Kitabı bitirdiğimde modern kapitalist dünyanın bize dayattığı “sürekli güçlü ol” yalanının, Arif’in titreyen ellerinde çözüldüğünü gördüm.

Özbey, bu kitapla hızla akan, duygusuz bir çağda bize insan olmayı tekrar hatırlatıyor.