Kadına şiddet, bu ülkenin en yakıcı gerçeklerinden biri. Biz çoğu zaman sadece sokakta kanlı bıçaklı vakaları görüyoruz.

Oysa asıl cehennem evin içinde, kapalı kapıların ardında yaşanıyor. Gülcan Arıcan’ın “Bir Narsistle Yaşam” kitabı tam da bu görünmeyen cehennemin kaydını tutuyor.

Kitabın kahramanı Zehra, dışarıda toplumun saygı duyduğu bir hekimle evleniyor. Ali, çevresinde parmakla gösterilen başarılı bir adam; ama evin içinde küçülten, susturan, aşağıladıkça güçlenen bir narsist. Bu ikili hayat, tam da bizim toplumsal körlüğümüzün özeti. Çünkü toplum, bu tip adamların karanlık yüzünü görmüyor, görmek istemiyor.

Arıcan, Zehra’yı bir roman kahramanı gibi değil; sesi kısılmış milyonlarca kadının sembolü olarak yazıyor. Çocukluğundan evliliğine, uğradığı psikolojik ve fiziksel şiddete, hafıza kaybına kadar Zehra’nın hikâyesi aslında bir ülkenin ortak yarası. Kitap boyunca tekrar eden imgeler —ayna, kuş, defter— Zehra’nın kimlik arayışını, özgürlük özlemini ve belleğini temsil ediyor.

“Bir Narsistle Yaşam”, salt bir kurgu değil. Hem travmanın, hem de direnişin edebiyata dönmüş hali. Zehra’nın yaşadıklarını anlatması, kendi yaralarını sararken başkalarına da güç veriyor. Yazar da tam burada toplumsal bir görev üstleniyor: suskunluğu kırmak.

Bana göre bu kitap, sadece bir kadının hikâyesi değil; bu coğrafyanın suskun kadınlarının toplu çığlığı. Kadınların sesini bastırmaya çalışan her sisteme karşı, edebiyatın nasıl bir tanıklık ve mücadele aracı olabileceğinin de kanıtı.