Bu yazı başlığı altında dört gün önce yayımlanan yazımın ilk bölümünde, bugün yaşadığımız sığınmacılar sorunun genel bir değerlendirmesini yapmıştım. O yazımın alt başlıklarında; yaşadığımız sığınmacı sorununu başlatan asıl sebeplerin AKP’nin hangi hatalı siyasal tercihleri olduğunu, buna rağmen “Avrupa’yı rahatlatmak için” göçmen almaya devam etme kararlarının gerekçelerini ele almıştım. Ayrıca bu sorunun iktidarın gerçekten “konukseverliğinden” mi kaynaklandığını, sığınmacılar sorununun topluma nasıl sunulduğunu ve bu krizi de nasıl fırsata çevirmeye çalıştıklarını irdelemiştim. Henüz okumamış olanlara önce o yazımı okumalarını öneririm.

Son zamanlarda Van sınırından akın akın gelen Afgan sığınmacılar görüntülerinin (AKP’li ya da muhalif) toplumun tüm kesimlerinde tepki ile karşılandığını kamu oyu araştırmaları ortaya koyuyor. Taliban’ın Afganistan’da tam kontrolü ele geçirdi ve bu göçün kitlesel şekilde artması bekleniyor. Avrupa ülkeleri ve ABD beklenen bu göçü karşılaması için Erdoğan Türkiye’sinden nedense çok umutlular!

Toplum Yeni Afgan Göçüne Hazırlanıyor Olabilir mi?
Almanya Başbakanı Merkel ve Fransa Cumhurbaşkanı Macron beklenen kitlesel Afgan göçü konusunda "Türkiye ile yakın bir şekilde çalışılması gerektiğini" açıkladılar. İngiltere Savunma Bakanlığının Pakistan ve Türkiye gibi ülkelerde Afgan mültecileri için merkezler kurma planı ortaya çıktı.

Batı ittifakı Türkiye’ye, “siz bu Afgan göçü sorununu karşılayın, biz de size mali destek olarak ne gerekiyorsa yapalım” kapsamında yaklaşıyor konuya. Erdoğan’ın istediği de tam da buydu zaten! Önceki kitlesel göçlerde olduğu gibi, bu fırsatı da evire çevire nasıl kullanacağının hesaplarını yaptığı çok açık. Batı’nın mülteci korkusunu hem paraya, hem kendisi için bir güce ve yeni siyaset alanları açma şansına çevirebileceğini Erdoğan çoktan keşfetmişti.

Erdoğan’ın son açıklamasında "Herkes şunu bilsin ki Türkiye yolgeçen hanı değildir” diyerek de, bu kozu en verimli şekilde kullanacağının ipuçlarını verdi. Bu son mesajları ile Erdoğan’ın hem siyasal tabanın ‘gazını’ almayı hem de Batı ile pazarlıkta elini güçlendirmeyi amaçladığı anlaşılıyor.

İlk Günlerden Taliban’la Sıcak Temas Talepleri
Taliban’ın Afganistan’da yönetimi ele geçirmesi sonrası bizim iktidar ve sözcüleri, sanki çok aceleleri varmış gibi (dengelerin değişebileceği olasılıklarını hesaba katmadan) çok olumlu mesajlar verdiler. Erdoğan en son;Türkiye’nin Afganistan’daki askeri varlığı, yeni yönetimin de uluslararası alanda elini güçlendirecek ve işini kolaylaştıracaktır.” dedi. Erdoğan Türkiye’sinin Taliban'ı tanıması dışında, batı ittifakını da buna ikna edebileceği iddiası, Taliban'ın beklentilerinin de ötesinde bir teklifti.

Suriye’nin seçilmiş Cumhurbaşkanı Esad’ı yıllardır “katil ve terörist” ilan edip, “halkına zulmeden bir liderle nasıl ilişki kurulabilir” dediler ve hala geri adım atmış değiller. Darbeyle yönetime gelen Mısır Devlet Başkanı Sisi ile de benzer şekilde tüm ilişkileri kopardılar. Sanki Taliban serbest seçimlerde işbaşına gelmiş legal partiymiş gibi daha ilk günlerden “işbirliği” mesajları verildi. Bunların hepsi tuhaf ama iktidarın tüm yaptıklarında bir tutarlılık aramanın da beyhude olduğunu biliyoruz!

Taliban Sonrası Afganistan’da İşimiz Ne?
Erdoğan İslam dünyasında yaşanan karmaşalar sonrası kurulan bütün uluslararası masalarda bulunmak ve bu “masada olma” halinden sonuna kadar fayda sağlamak azmindedir. Dış dünyada oyun planları değişse de her seferinde yeni oluşan plana uygun bir dış hareket planı yaratma çabaları bundandır.

Bu sebeplerle; Irak, Suriye, Libya, Somali, Azerbaycan ve şimdi Afganistan gibi ülkelerde iç savaş veya karmaşa bitse de orada bulunan askerlerimizi geri çekmemek için her yol denenmektedir. Nitekim İŞİD 2014’de Musul’u işgal ederken tüm uyarılara rağmen konsolosluk görevlilerini tahliye etmemekte direnmişlerdi ve görevlilerimiz terör örgütü elinde üç ay rehin kalmıştı.

Taliban’ın Afganistan’da tam hâkimiyetini sağlaması sonrasında Kabil havalimanında asker bulundurmaya devam etme kararı da böyledir. Bu riskli ısrarın bana göre üç temel sebebi var.

Birincisi; uluslararası rol kapma hevesi. Kazanan ve korkulan taraf olan Taliban ile batı ülkeleri arasında gelecekte bir şekilde ilişki kurulması bekleniyor. Erdoğan “batıya çalışan doğunun adamı” misyonuyla şimdiden diplomatik arabuluculuk rolü üstlenerek, batı için hala önemli ülke ve lider olma avantajını korumak istiyor.

İkincisi; ekonomik beklentiler. Afganistan yoksul olsa da ülkeyi yeniden imar etmek için önemli ölçüde para harcayacaklar. Türkiye Afganistan’ın yeniden yapılandırılmasındaki bu pastadan mutlaka pay almak istiyor. Nitekim Taliban sözcüsünden de bu konuda olumlu sinyaller de geldi. Bu amacın temini için de diplomatik ilişkinin devamı, yani müzakere masasında olmak gerekiyor.

Üçüncüsü; iç politik beklentiler. Bu maceralı girişimler Türkiye’nin çıkarına tümüyle aykırı olsa da fark etmiyor, çünkü AKP’nin her durumda amacı öncelikle iktidarlarına ek olanak ve avantajlar sağlamaktır. AKP maceralı dış politikasını iç kamuoyunda “dünyada söz sahibi ülkeyiz, uluslararası masalarda bizsiz oyun kurulamaz” şeklinde sunmaktadır. “Güçlü ülke güçlü lider” imajı ile iç politikada oy devşirmeyi çok önemsiyorlar. Bu sebeplerle, Taliban’la pazarlık masasında kalmak için, Türkiye’nin zararına da olsa her şeyi yapabilecek durumdalar.

Bugünkü dış politik tercihlere hangi süreçlerden geçerek geldiğimizi anlarsak, bugün olanları daha iyi kavrayabileceğimizi düşünüyorum.

Türkiye ile Batı Bloğu İlişkilerinin Kısa Hikâyesi
Türkiye’nin dış politik ekseni tüm dönemlerde batı ittifakından tümüyle dışlanmamak üzerine kuruludur. Ancak Türkiye iç rejiminde (döneme göre az veya çok) otoriterlikten tam vazgeçemediği için, batı ittifakı ile ilişki sadece batının güvenliği konsepti üzerinden kurulageldi. Bu yüzden batı (onların doğudaki güvenliklerini sağladığımız sürece) bizdeki hukuk dışılıklara, askeri darbelere, insan hakları ihlallerine çoğu zaman sert tepki göstermedi.

Sovyetlerin yıkılması ve soğuk savaşın bitmesi sonrasında Türkiye batı dünyası için (komünizmin yayılmasına set çekme misyonu bittiğinden) eski jeostratejik avantajını yitirmişti. Batının bir parçası olabilmek ve bu ittifaktan dışlanmamak için yeni bir role ihtiyaç vardı. Batı ittifakı içinde batılı değerleri benimsemiş demokratik ve modern bir Türkiye olma yolu tercih edildi. Böylece AB’ye katılım süreci hızlandırıldı, 3 Ekim 2005’de Lüksemburg'da alınan kararla Türkiye’nin AB ile tam üyelik müzakereleri başlatıldı.

Türkiye Artık geleceğini Avrupa’da gören, dünyaya güven veren bir ülke görünümünde idi. Böylece ciddi miktarda dış sermaye, ucuz ve bol kredi girişi ile ekonominin canlandığı (özellikle 2010-2014 arası) refahın göreceli yükseldiği bir dönem yaşandı. AKP iktidarları bu avantajları tepe tepe kullandı. Ancak gelen yüzlerce milyar dolarlık dış kaynaklar kendini yeniden çoğaltacak üretim altyapısına yönlendirilmedi, kısa dönemli ekonomik canlılık yaratacak olan “beton”a gömüldü. İçeride sıkıştıkça iktidar baskıları artırdı. Katı antidemokratik ve öngörülemeyen yönetim tercihleri ülkeye olan güveni yok etti, dış kaynak ve yatırımlar ülkeden kaçtı. Sonuçta ekonominin çarkları iyice yavaşladı, işsizlik ve yoksulluk tarihi seviyelere geriledi.

Ülke Yoksullaştıkça Despotizm Arttı
Ekonomik parametreler dibe doğru giderken toplumsal itirazlar da arttı. Geleceğini güvende görmeyen iktidar da baskıcılığını artırdı. 2013 Haziran’da Gezi olayları, 17-25 Aralık 2013’de iktidara karşı yargı operasyonları ve 15 Temmuz 2016’da FETÖ’nün darbe teşebbüsü yaşandı. Bu gelişmeler iktidarın baskıcı yönetiminin bahanelerini kuvvetlendirdi. Nisan 2017’de yeni anayasa ile güçler ayrılığına son verildi, 2018’de “tek adam” yönetimine geçilerek temel hak ve özgürlükler iyice budandı ve bu günlere geldik.

Baskıcı otokratik yönetim tarzı ile batı bloğunda “demokratik olmayan ülkeler” ligine düşmüş görülen Türkiye’nin AB’ye katılım süreci fiilen bitmiş oldu. Ekonomisinin çarkları dış desteksiz dönmeyen, yoksullukla, işsizlikle ve toplumsal sorunlarla boğuşan Türkiye batı bloğundan tümüyle kopmayı da göze alamazdı. Batı ile yeniden işbirliği için yeni alanlar açılması gerekiyordu, ancak AB’ye “bizimle iş görün” diyebileceğimiz başlıklar çok azdı.

Doğu ile Batı Dünyası Arasında Tampon Rolü
Mevcut siyasi, hukuki ve ekonomik kapasitesi çerçevesinde Türkiye artık batı ittifakında görülmeyen bir ülke haline geldi. Türkiye’nin vazgeçilemezliğinin, Avrupa’nın güvenliğini sağlamada hala çok önemli bir ülke olduğunun anlaşılması ve gösterilmesi gerekiyordu.

Bu sebeplerle; yakın zamana kadar “batı ittifakı içinde doğunun adamı” olarak görülen Türkiye artık, “doğu ittifakı içinde batının adamı” ya da, “batıya çalışan doğulu ülke” misyonunu üstlenmeyi tercih etti. Batının parçası olmaktan vazgeçip, doğuda (Pakistan, Suudi Arabistan, Katar gibi) batının adamı olma tercihinin bazı maliyetleri de olacaktı tabi ki. Bu rolün en önemli kısmı olan geçici sığınmacılar meselesi, üstlenilen bu yeni misyonun sonucudur.

Tercih edilen bu yeni rolün hem ülkemize, hem ilgili ülkelere, hem de iktidara maliyetleri yanında çeşitli faydaları da oluyordu tabi ki.

Birinci fayda; AKP iktidarı batı ittifakının bu sıkışmışlığını faydaya çevirirken, “yeterli ekonomik desteği verin, bizi yok saymayın, keyfinize bakın” diyordu.

İkinci fayda ise; Türkiye kendisini artık Avrupa demokrasisi dışında bir yere konumlandırdığı için AB’nin beklentileri ve eleştirileri de azaldı. Artık Türkiye’deki hukuk ve insan hakları ihlallerini çok da problem etmez hale geldiler. Tıpkı, kendini doğu İslam ülkesi olarak tanımlayan Mısır’da darbe ile iktidar el değiştirdiğinde bunu pek sorun olarak görmemelerinde olduğu gibi.

1839 Tanzimat Fermanı ile başlayıp Cumhuriyet ile hızlanan Türkiye’nin batı medeniyeti ile bütünleşme hedeflerine ulaşma çabası inişli çıkışlı da olsa da hep sürmüştür. AKP yönetiminin sırf kendi iktidarlarının devamını bir şekilde sağlamak için ülkeyi batıdan kopartıp “batıya çalışan doğulu ülke” haline getirme gayreti, ülkenin kurucu değerlerine ve tarihin akışına aykırı, tehlikeli ve beyhude bir çabadır.