TBMM Genel Kurulu’nda bakanlığının 2024 bütçesi üzerinde konuşan Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin’in sözlerinin yarattığı sarsıntı devam ediyor.

Bakan Tekin, 2023 yılı itibarıyla MEB’in geçerli 2 bin 709 tane protokolünün bulunduğunu belirterek "Bunların içerisinde sizin 'tarikat, cemaat' dediğiniz, bizim 'STK' dediğimiz yapılarla toplasanız 10 tane protokolümüz vardır. Onlarla protokol yapmaya da devam edeceğiz. Çünkü onlar çocukların dağa çıkmasını engelliyor. Onlardan siz bunun için rahatsızsınız. Çocuklarımızın dağa çıkmaması için, sizin insan kaynağınıza insan yetiştirmemek için buna devam edeceğim" dedi.

Bakanın gururla sahip çıktığı o STÖ’ler içinde Ensar Vakfı, Hayrat Vakfı, Hizmet Vakfı, İHH, İlim Yayma Cemiyeti, Tügva ve Türgev gibi laiklik karşıtlığı ile tanıdığımız örgütler bulunuyor.

Bakanın kendi içinde birçok çelişki ve tehlike barındıran bu açıklamasına ilk tepkiler; “gençlerin dağa çıkmasının engellenmesi on tane tarikata havale edilmişse devlet nerede?” şeklinde oldu. “15 Temmuz’u dağdan inenler mi gerçekleştirmişti?” diye soranlar da haksız değildi.

Devletin, devlet olmaktan kaynaklanan asli fonksiyonlarını yasal olarak yok hükmündeki, ne idiği belirsiz cemaatlere devretmesi nasıl izah edebilirdi? Yasak olan tarikat ve cemaatlerle işbirliği, utanç verici olmaktan öte üstelik bir suç değil miydi? Ayrıca, radikal İslam örgütlerinin ülkeye verebilecekleri zarar riski dağa çıkanlardan daha mı azdı?

İkili Hukuk Sistemi ve Cezasızlığın Verdiği Özgüven

Bakanın tarihe şerh ve itiraf niteliğindeki bu çok önemli konuşmasındaki özgüven gerçekten dikkate değerdi. Çünkü yakın tarihimizde bir bakanın tam benzeri bir replikle muhalefete ayar vermesi herkesin hafızasında taptaze duruyordu.

Dönemin bir bakanı Mecliste kürsüden en gözde cemaatlerini ve liderini cansiperane savunurken “(…) o kişi bu ülkenin yetiştirmiş olduğu değerli bir kıymettir, seversiniz, sevmezsiniz. Bu ülkenin milli ve manevi değerlerine bağlı nesillerin yetişmesi için hizmetini yapıyor. Devletin denetimi, gözetimi altında her şey açık" ifadelerini de kullanmıştı.

Hiç bitmeyecek sanılan iktidar gücünden alınan cürete ve kendilerinden hesap sorulamayacağından emin olmaktan kaynaklanan pervasızlığa bakar mısınız? Anayasaya ve yasalara göre suç olan, hukuken var olmaları mümkün olmayan illegal yapıları Meclis kürsüsünden cansiperane savunmaya bugün de devam ediyorlar!

Çok güvendikleri ikili hukuk sisteminin kendilerine dokunamadığından bu kadar eminler ama bu defakto durumun ilelebet süreceğinden nasıl bu kadar emin olabiliyorlar acaba?

En İyi Savunma; Suçunu Örtmek İçin Suç İsnadı!

İktidardakiler hukuksuzluklarını savunurken muhalefete üst perdeden parmak sallayıp, ne yapıyorlarsa devlet gücü ardında ve devlet adına yaptıklarını savunusuna sığınıyorlar hep. Karşı duranlar da otomatikman “devlet karşıtı-hain” durumuna düşmüş oluyor!

Bu örnekte de, tarikatların Milli Eğitim sistemi içine sokulmasına karşı olanlar, “çocukların dağa çıkmasına engel olanlardan rahatsız” konumuna düşürülmüş oluyor güya!

O kadar ikiyüzlüler ki, yaptıklarının asıl gerekçelerini göğüslerini gere gere savunamıyorlar. Herkes biliyor ki asıl gayeleri; kendi inançları doğrultusunda, iktidarlarını destekleyecek bir toplumsal taban oluşturmak. Zaten Bakan konuşmasında meclisteki muhalefete dönük “sizin insan kaynağınıza insan yetiştirmemek için buna devam edeceğim” derken, eğitim sistemini iktidar seçmeni yetiştirmek üzere kurguladıklarını açıkça itiraf ediyordu.

Bu amaçlarına uygun nesiller yaratmak için de çocukların beyinlerini küçük yaşta formatlamaları gerekiyor. Diğer bir deyişle; eğitim sistemini dönüştürmeyi, gelecek tasavvurlarını gerçekleştirmenin en önemli parçası olarak görüyorlar.

Bunları yaparken açıktan “laik anayasaya, Cumhuriyet’in temel değerlerine, Milli Eğitim kanununa ve tüm mevzuata aykırı olsa da çocuklara dini eğitimini zorla vermeye devam edeceğiz” diyemiyorlar. Bunun yerine; “milli manevi değerlere sahip nesiller yaratmak” ya da “dağa gitmelerine engel olmak” gibi tümüyle paravan gerekçelerin ardına sığınmaya çalışıyorlar.

Tarikat ve Cemaatler STÖ müdür?

Bakan Tekin’in tarikatlar için kullandığı ‘sivil toplum’ nitelemesi, başlı başına ele alınması gereken bir safsata! Sivil toplum örgütleri (STÖ) devlet ve hükümetlerden bağımsız; açık fikirlerin, modern demokratik toplumların ürünleri olan yapılardır. STÖ’lerin üyeleri, yöneticileri, amaçları, hedefleri, çalışma yöntemleri, bütçeleri açıktır ve hukuken düzenli olarak denetlenirler.

Bu tarikat ve cemaatlerin sivil toplum anlayışı ile uzaktan-yakından ilgisi yoktur. Daha da ötesi, bu tür demokratik, modern, seküler kavram ve anlayışları tümden reddederler. Onların yapılanmaları tümüyle ve sorgulamadan inanç, iman ve biat anlayışı üzerine kuruludur.

Yasalara göre yok hükmünde olan bu tarikat ve cemaatler kendilerini ‘STÖ’ olarak tanımlamadıkları gibi, bu iddiayı hakaret bile sayabilirler! Ancak hukuk ve devlet katında varlıklarını meşrulaştırmak, kamunun güç ve kaynaklarından serbestçe yararlanmak için kurdukları (sivil toplum görünümlü) vakıf ve dernekleri vardır. Bu dernek ve vakıfların usulden ve rutin denetlenmeleriyle tarikat ve cemaatleri denetim altında tutmuş olamazsınız.

Ayrıca unutulmayalım ki STÖ’ler varlıklarını ve hizmetlerini kendi imkânları ve gönüllü destekleriyle sürdürürler, devlet kaynaklarına yaslanarak değil. Kamu kaynaklarına bağımlı hale gelmiş, devlet himayesinde ve güdümünde faaliyet yürüten vakıf ve dernekler her şeyden önce “sivil” sayılamazlar. Dolayısı ile, devlete angaje bu tür oluşumlar ile Sivil Toplum Kuruluşları birbirleriyle çelişen-zıt iki kavram olduklarından, birbirlerinin oksimoronudur.

Tehlikenin Ciddiyeti Askeri Darbe Olasılığına mı Bağlıdır?

Eğitim sisteminin merkezine oturtulmaya çalışılan tarikat ve cemaatler tehlikesine karşı çıkılırken; konuyu FETÖ ve 15 Temmuz deneyimi çerçevesine sıkıştırmak, eksik bir karşı duruş olacaktır.

Ülkenin bugünü ve geleceğine tehlike oluşturması için tarikat ve cemaatlerin illa hükümete karşı bir darbe teşebbüsü riski mi taşımaları lazımdır? Yakın ve uzak gelecekte böylesi bir hedef ve niyetlerinin olmadığından emin olursak, laik Cumhuriyet’e karşı bu örgütlenmelere yol mu vereceğiz?

Unutmayalım ki tüm gerici yapılanmalar ülke ve devlet bekası için çok ciddi riskler oluşturmuşlardır, ancak bunlardan sadece Gülen cemaati askeri darbeye girişmiştir. Bu durumda, devleti doğrudan ele geçirmek için askeri darbeye yeltenmeyen diğer gerici-dinci örgütlenmeler tehlikesiz ya da daha az riskli görülebilir mi?

Temel Tehlike Hilafetin İlanı mıdır?

Çağdaş Cumhuriyete, laik ve seküler yaşam birikimlerine, temel insan haklarına ve tüm demokratik kazanımlara karşı örgütlenmiş yapılar yasalarımıza göre illegal örgütlerdir. Devlet desteği ile ve/veya kendi imkânları ile mücadele yürüten bu tür (legal veya illegal) yapılanmalar bu ülke için tehlikelidir.

Başta eğitim sistemi olmak üzere, Cumhuriyetimizin temel kazanımlarına vurulan her darbe bugünümüze ve geleceğimize kalıcı zararlar vermektedir. İnanç konularında tehlikeli şekilde dönüşen toplumsal algı ve kabuller, verilen zararların ilerideki olası telafilerini daha da zorlaştıracaktır. Bu ivmelenmenin seküler toplumsal kesimlerce de kanıksanır olması ise, anti laik dönüşümün kalıcılaşmasını kolaylaştıracaktır.

Türkiye Cumhuriyetinin, (eksik de olsa) demokrasimizin ve toplumsal barışımızın temel direği laikliktir. Toplumsal ve siyasal muhalefetin laiklik konusunda kararlı karşı duruşu yeterince gösterememesi ise iktidarın yeni atılımları için cüret ve cesaretinin artmasına yaramaktadır.

Öncelikli ve temel tehlike hilafetin ilanı ile laik anayasal düzenin tümden yıkılması değildir. Belki de tam olarak böyle bir şey hiçbir zaman olamayacaktır. Tüm bu laik Cumhuriyet karşıtı kazanımlarını (!) pekiştirdiklerinde, anayasanın birkaç maddesini değiştirseler ne olacak, olduğu gibi bıraksalar ne olacak?

Yani asıl tehlike, laik eğitim sisteminden başlayarak devlet idaresini ve toplumsal yaşamı gitgide daha çok dinselleştirmek suretiyle gücünü sinsice artıran ve gittikçe kökleşen karşı devrimin ilerleyişidir.