Günümüz insanı hızla değişen dünya karşısında anlam arayışını hiç olmadığı kadar derinden hissediyor.
Bilimle maneviyatın, sorgulamayla teslimiyetin, akılla kalbin kesiştiği ince çizgide yürüyenlerin sayısı her geçen gün artıyor. Tam da böyle bir dönemde, varoluşun sınırlarına cesur sorular yönelten, yaşamın hakikatini hem bilimsel hem de ruhani kaynaklarla araştıran bir isim çıkıyor karşımıza: Baran Saldanlı.
Mühendislik eğitiminden enerji sektöründeki iş hayatına, Sorbonne’daki akademik yolculuğundan tasavvuf ve felsefe eksenli derin okumalarına uzanan geniş bir yelpazede biriktirdiği deneyimleri, “Varım! Ama Neden?” ve “Sonsuzluğun Eşiği” adlı iki kitabıyla okura sunan Saldanlı, özellikle modern insanın içsel uyanışı üzerine dikkat çeken bir perspektif ortaya koyuyor.
Bu röportajda Saldanlı ile varoluş, ruhsal huzur, sorgulama cesareti, modern dünyanın yarattığı yabancılaşma ve insanın kendi hakikatini bulma yolculuğu üzerine konuştuk. Hem kişisel dönüşüm hikâyesi hem de kaleme aldığı eserlerle düşünsel bir kapı aralayan Saldanlı, okuru hem sarsan hem de özgürleştiren bir yolculuğa davet ediyor.
Baran Saldanlı kimdir? Eğitiminiz ve kariyeriniz hakkında bilgi verir misiniz?
10 Aralık 1988’de Denizli’de doğdum. Ortaöğrenimimi Denizli Anadolu Lisesi’nde tamamladıktan sonra Yeditepe Üniversitesi Endüstri ve Sistemler Mühendisliği Bölümü’nden mezun oldum. Şu anda enerji sektöründe faaliyet gösteren aile şirketlerimizde çalışıyorum. İş hayatım sürerken Paris Sorbonne Üniversitesi’nde Executive MBA programını tamamladım. Ayrıca helikopter pilotluğu gibi farklı alanlarda da lisanslarım bulunuyor. Tüm bu eğitim ve kariyer yolculuğum, aslında hayatı layığıyla sürdürmek için geçtiğim aşamalardan ibaret. Fakat bunların ötesinde, varoluş üzerine düşünmek, araştırmak ve çalışmak benim asıl ilgi alanım; benim için en önemli konu, yaşamın kendisini keşfetmeye yönelik bu içsel yolculuktur.
Yazmaya ne zaman başladınız? İlk kitap yayınlama fikri nasıl oluştu?
İş hayatına atıldığım ilk yıllarda oldukça hırslıydım; Türkiye'nin değil, dünyanın en büyüklerinden olma gibi iddialı hayallerim vardı ve bu hayaller için kendimce güçlü sebeplerim bulunuyordu. Ancak gerçek hayatla karşılaşınca, bu işlerin hiç de kolay olmadığını anladım ve bırakın hayallerim doğrultusunda ilerlemeyi, bambaşka yönlere savruldum. Büyümeyi hayal ederken, bir anda ayakta kalma mücadelesi içinde buldum kendimi. Bu süreçte derin bir buhran yaşadım. Fakat her şerde bir hayır vardır denir; bu dönem beni yaşamı ve varoluşu sorgulamaya yöneltti. Bu sorgulama benim için öylesine içsel ve doğal bir süreç oldu ki, sürekli bu konular üzerinde düşünmekten ve araştırmaktan kendimi alamadım. Babamdan aldığım mühendislik bakış açısıyla hayatı bilimsel olarak, annemden aldığım yönle ise dinsel olarak sorguladım. Sorguladıkça hayrete düştüm, notlar almaya başladım ve büyük resmi zihnimde şekillendirdim. Sonunda, tuttuğum notlar bir kitabın taslağına dönüştü. Hazır bu kadar yazmışken, bunu
bir kitaba dönüştürmeye karar verdim; böylece benim araştırmalarımdan yararlanmak isteyenler de faydalanabilirdi. Nitekim öyle de oldu.
Kitaplarınızdan bahseder misiniz?
İlk kitabım “Varım! Ama Neden?” varoluş üzerine yapılan kapsamlı bir sorgulama ve araştırma niteliğinde. Dini, felsefi ve bilimsel kaynakları derinlemesine inceleyip bir araya getirerek ulaştığım sonuçları ayrıntılı bir şekilde paylaşmaya çalıştım; bu nedenle teknik yönü ağır basan ve zaman zaman okuması zor olabilen bir kitap oldu. Kitapta önce Allah’ın varlığını sorguluyor, ardından dinlerin temellerini tartışıyor ve evrenin yapısını elimden geldiğince anlamaya çalışıyorum. Sonrasında ise dinlerle ilgili insanların aklındaki pek çok soruya yanıt bulmaya gayret ediyorum.
İkinci kitabım “Sonsuzluğun Eşiği” ise, ilk kitabımı tamamladıktan sonra kendime sorduğum “yaşamın esas amacı nedir?” sorusuna bulduğum cevap doğrultusunda sürdürdüğüm yeni hayatımdan edindiğim tecrübeleri paylaştığım bir eser. Bu kitapta, ilk kitabımı okumamış olanlar için evrenin yapısını kısaca özetliyor, üzerine yeni öğrendiğim bilgileri ekliyorum. Ardından bu gerçekliğin kuralları içinde bilincimizi geliştirmek ve sürdürülebilir bir mutluluğa ulaşmak için neler yapılabileceğini sorguluyorum. Bu süreçte ise insanın hiç tahmin edemeyeceği pek çok hakikati ortaya koyuyorum.
En çok hangi yazarları okuyorsunuz ve okumayı en sevdiğiniz tür hangisidir?
Genellikle ruhani gelişim kitapları ilgimi çekiyor. Özellikle “Şeyh-ül Ekber” lakabıyla bilinen, tarihin en büyük sufilerinden İbnül Arabi’nin eserlerini sıkça okuyorum. 500’den fazla eser yazdığı söyleniyor, ancak günümüze ulaşanlar ne yazık ki daha az. Buna rağmen, bu alanda en derin ve detaylı bilgileri onun kitaplarında bulmak mümkün. Ayrıca, başka ünlü sufilerin eserlerini de okumaya devam ediyorum. Farklı dinlerden ve kültürlerden kitaplara da ilgi duyarım; mesela çağımızın Hint gurularından Sadhguru ya da batılı ruhani öğretmenlerden Eckhart Tolle ve Rupert Spira gibi kişilerin kitaplarını da okurum. Sadece kitapları değil, bu gibi kişilerin konuşmalarını dinlemek, kısa makalelerini okumak ve eserlerini açıklayan diğer kaynakları incelemek de bana büyük keyif veriyor. Bunların yanında bilimsel yayınlara da sıkça göz atarım; fakat bilimsel tarafta genellikle kitaplardan ziyade en güncel keşifleri paylaşan makale türünde yazılar ilgimi çekiyor. Bilimsel gelişmelerin yanı sıra, ilgili teknolojik yenilikleri de düzenli olarak takip etmeyi severim.
Başka bir dönemde yaşamak ister miydiniz?
Başka bir dönemde yaşamak gibi bir arzuyu hiç ciddi anlamda taşımadım; çünkü her şeyin en hayırlısı nasılsa öyle gerçekleştiğine ve insanın tam olarak yaşamını sürdürmesi gereken zamanda bulunduğuna inanıyorum. Bu bakış açısı, geçmişe veya farklı bir çağa duyulan özlemin yerine, sahip olduğum zamanı ve şartları kabullenmeyi ve bunları en iyi şekilde değerlendirmeyi ön plana çıkarıyor. Dolayısıyla bu gibi tarihsel ya da dönemsel karşılaştırmalar üzerine uzun uzun düşünmek bana çok anlamlı gelmiyor. Ancak şimdi, sizin bu sorunuz vesilesiyle biraz durup düşündüğümde, gelecekte teknolojinin ve bilimin çok daha ileri seviyeye ulaştığı bir çağda yaşamanın nasıl bir deneyim olacağını merak edebileceğimi fark ediyorum. Özellikle insanlığın bilinç, etik ve yaşam kalitesi noktasında büyük ilerlemeler kaydettiği bir dönemi gözlemlemek, yaşamın sırlarını daha derinlemesine anlamak ve yeni keşiflere tanıklık etmek isteyebilirdim.
En son, hangi…
…filmi izlediniz?
…kitabı okudunuz?
... tiyatro oyununu izlediniz?
...albümü aldınız/dinlediniz?
...kitabı aldınız?
Film: En son olarak “Sinners” adlı filmi izledim. Ayrıca “Pluribus” isimli diziye de başladım. Aslında film ve dizi izlemeyi oldukça severim; bu nedenle röportajınız yayınlandığında bu sorunun cevabı birkaç kez değişmiş olabilir.
Son Okuduğum Kitap: İbnül Arabi’nin 18 ciltlik “Fütuhat-ı Mekkiyye” eserini, sindirerek ve bu eseri açıklayan farklı kaynakları da bir yandan inceleyerek okudum. Bunun yanı sıra, arada farklı kitaplara da göz atmaya devam ettim. Son olarak Eckhart Tolle’nin “Şimdinin Gücü” kitabını bitirdim.
Tiyatro: En son çocuklarımla birlikte bir çocuk tiyatrosuna gittim. Bunun dışında, birkaç Talk Show ve konser de izlediğim son sahne performansları arasında yer aldı.
Albüm: Günümüzde artık albüm satın almak pek yaygın değil. Ben genellikle Spotify ve YouTube gibi platformlar üzerinden, çoğunlukla mistik müzikler olmak üzere ara sıra müzik dinliyorum. Fakat müzik alanında çok derin bir kültürüm olduğunu söyleyemem.
Son Aldığım Kitap: En son aldığım kitap ise Niyaz-i Mısri’nin “İrfan Sofraları” isimli eseriydi.
Yeni çalışmalarınız var mı? Varsa, kısaca söz edebilir misiniz?
Son kitabımı henüz yeni yayınladım. Bu kitabın ortaya çıkışı aslında uzun bir birikim sürecinin ardından gerçekleşti. Yıllar içerisinde edindiğim gözlemler, okuduğum kitaplar ve yaşadığım deneyimler, bu eserin temel taşlarını oluşturdu. Yazım sürecine başlamadan önce konuların kendi zihnimde olgunlaşmasını bekledim; ardından ise ilhamın ve motivasyonun yoğunlaştığı kısa bir zaman diliminde yazım sürecini tamamladım. Şu an için yeni bir kitap çalışmam bulunmuyor; fakat biliyorum ki ileride, hayatın bana sunacağı yeni tecrübeler ve içsel keşifler sonucunda tekrar yazma isteği doğacaktır. Eğer gelecekte yeni bir çalışmam olursa, o da tıpkı bu kitabımda olduğu gibi, geçen zaman içinde birikecek düşüncelerin, duyguların ve arayışların doğal bir neticesi olarak ortaya çıkacaktır. Yazma serüvenim, aslında kendimle ve dünyayla kurduğum ilişkinin bir yansıması olarak devam ediyor; her yeni çalışma, içsel yolculuğumun yeni bir durağı oluyor.
Kendi varoluşunuza dair ilk büyük sorgulamanızı hatırlıyor musunuz?
Yukarıda da belirttiğim gibi, yaşadığım yoğun buhran döneminde hayattan hiçbir şekilde keyif alamadığım, umudumu tamamen yitirdiğim günler geçirdim. Üstelik her şey, sanki her geçen gün daha da kötüye gidiyordu. İstanbul’a bir toplantı için geldiğimde, o toplantının da beklentimin aksine olumsuz geçmesiyle birlikte, otel odasında eşimle birlikteyken içimde biriken duygulara engel olamayarak derinden ağlamıştım. O gece, hayatımda gerçek bir dönüm noktasıydı; sanırım içsel yolculuğumun başlangıç noktası o geceydi diyebilirim.
Tasavvuf, sizin düşünsel yolculuğunuzda nasıl bir kapı açtı?
Yolculuğuma aslında doğrudan tasavvufla başlamadım; ilk adımım, genel bir sorgulamayla oldu. Ardından dine yöneldim ve bu süreçte 2017 yılında umreye gittim. Orada dünyanın dört bir yanından gelen Müslümanları gözlemleme fırsatı buldum ve herkesin dini kendi tarzında yaşadığını fark ettim. Bize ise dinin kesin ve değişmez şekilsel kuralları olduğu ve bunlara uyulmazsa ibadetlerin kabul olmayacağı öğretilmişti. Bu durumda ya oradaki milyonlarca Müslümanın ibadeti kabul edilmiyordu ya da benim ibadetlerim. Ancak, Allah’ın bu kadar samimi yapılan ibadetleri sadece şekil şartlarına uymuyor diye reddetmesinin mümkün olamayacağını düşündüm. Bu düşüncelerle dinin kendisini sorgulamaya başladım ve kalıpların dışına çıktığımda bambaşka bir bakış açısıyla karşılaştım. Kuran’ın mealini notlar alarak okudum, ardından İncil ve Tevrat’ı da detaylıca inceleme gereği duydum. Tüm dinlerin aynı Allah’tan geldiğini, özünde benzer hakikatler taşıdığını gördüm. Sonrasında uzakdoğu dinleri ve felsefelerine yöneldim; orada da aynı gerçeklerin kendi kültürlerinde tekrarlandığını gözlemledim, elbette şekilsel farklılıklar olmakla birlikte. Uzakdoğu felsefesi beni derinden etkiledi ve birçok yeni şey öğretti. Yine de bir eksiklik hissediyordum. Zamanla anladım ki, aslında İslam’ın özündeki tasavvufu tam anlamıyla keşfetmemişim. Uzakdoğu felsefesinden aldığım birikimle, tasavvufu daha derinlemesine öğrenmeye başladım. Bilgim arttıkça içsel yolculuğum da derinleşti, böylece bugünlere ulaştım ve tatmin oldum.
Ben kimim?” sorusu kitabın omurgası. Bu soruya siz artık nasıl cevap veriyorsunuz?
“Ben kimim?” sorusunu ister içsel ister dışsal olarak yanıtlamaya çalıştığımızda, verdiğimiz cevap ne olursa olsun eksik veya hatalı kalacaktır. Çünkü bu dünyada ışığın, sesin ve her türlü oluşun bir yolculuk süresi vardır; yani, bir şey görünür hale geldiğinde, o an aslında çoktan geçmişte kalmıştır. Geçmişte kalan bir olgu ise, şu anın hakikatini tam olarak yansıtamaz. Oysa ‘ben’ diye işaret ettiğimiz varlık, yalnızca şu anda ve bu anın içinde mevcuttur. Dolayısıyla “Ben kimim?” sorusu, düşünceyle ya da kelimelerle tam anlamıyla karşılık bulamaz; bu sorunun cevabı, ancak sessizce kendi varlığımızı
gözlemleyerek, o anın hakikatinde mevcut olarak anlaşılabilir. Bu hakikati bir başkasına tam olarak aktarmak mümkün değildir; herkes bu deneyimi yalnızca iç dünyasında kendi olarak yaşayabilir. Kitabımda da okuyucuların bu içsel yolculuğu kendi deneyimleriyle keşfetmelerine bir kapı aralamaya çalıştım.
İnsan, hakikati algılamada ne kadar özgürdür, ne kadar sınırlandırılmıştır?
İnsan, mutlak hakikati hiçbir zaman tüm yönleriyle kavrayıp kuşatamaz. Çünkü akıl, bir şeyi ancak sınırlandırarak ve o sınırlar içerisinde algılayabilir. Oysa mutlak hakikat, doğası gereği sonsuz ve sınırsızdır. Bu nedenle, insan aklı bu sonsuzluktan sadece küçük bir kesiti kendi sınırları dahilinde kavrayabilir; işte bu kavrayışa da "alem" deriz. Aslında bu sınırsız hakikat, tüm varlıkların olduğu gibi, bizim de kendi özümüzde saklıdır. Dolayısıyla, aklımızın çizdiği sınırlardan özgürleşip kendimizi saf bir gözlemle izleyebilirsek, mutlak hakikati gerçekte olduğu gibi idrak etmeye bir adım daha yaklaşabiliriz. Ancak şunu da belirtmek gerekir ki, mutlak hakikate ne kadar yaklaşsak da onu tam anlamıyla kavramak yine de mümkün değildir; çünkü her idrak anı, yaşandığı anda görünür dünyada ortaya çıkmış ve geçmişte kalmıştır. Sonuç olarak, yalnızca şu an var olan bu hakikati bütünüyle idrak etmek yine de olanaksız olur; fakat bu gerçeğe bir adım daha yaklaşmak bile paha biçilmez bir değere sahiptir.
Ruhsal uyanıştan ne anlamalıyız? Bu bir süreç mi yoksa bir farkındalık anı mı?
Ruhsal uyanıştan benim anladığım; içinde yaşadığımız bu alemin tıpkı bir rüya misali zihnimizde yaratıldığının her an farkında olarak yaşamaktır. Bu farkındalığa erişmek, insanın kendi öz benliğiyle ve evrendeki yerini idrak etmesiyle sıkı sıkıya bağlantılıdır. Böylece görülen bu rüya ile rüyayı göreni hakkıyla ayrıştırıp kendi hakikatimizin sürekli farkında olmak mümkün olabilir. Bu, bir farkındalık anıdır; bu konu üzerine çok yoğunlaşırsak bu farkındalık anlarını ara ara yakalayabilmemiz mümkün olacaktır. Ancak bu türden bir uyanış, yalnızca bir anlık bir şimşek gibi parlayıp sönmekle kalmaz; kişinin iradesi ve niyetiyle beslenirse, zamanla hayatın tamamına yayılabilir. Ancak bunun ara ara zuhur eden bir halden süreklilik haline gelmesi için bu konuya odağımızı sürekli vermeye devam etmek gerekmektedir. Esas amaç da bu uyanıklık halini süreklilik haline getirmektir. Dolayısıyla bu aynı zamanda bir süreçtir. Yani ruhsal uyanış hem bir içsel aydınlanma ânı hem de bu ânı kalıcı bir yaşantıya dönüştürme gayretiyle örülü, uzun soluklu bir yolculuktur.
Kitapta ele aldığınız teoriler arasında sizi en çok zorlayan hangisiydi?
Kitabımda ele aldığım bilimsel teorilerin büyük bir kısmını, aslında ilk kitabımı yazarken öğrenmiştim. O dönemde, her bir teoriyi anlamaya ve hepsini ortak bir paydada buluşturmaya çalışmak benim için oldukça zorlu bir süreçti. Çünkü her teori, evreni çok farklı bir bakış açısından ele alıyor; bunları bir araya getirebilmek ise, hepsini derinlemesine kavramayı gerektiriyordu. Üstelik, her teori kendi içinde dallanıp budaklanıyor, bu da bütüncül bir anlayışa ulaşmayı daha da güçleştiriyordu. Ancak yoğun çalışma ve derin düşünme süreçleri sonucunda, Allah’ın da yardımıyla, bu teorileri belirli bir düzeyde birleştirmeyi başardım. Zihnimde bu yaklaşımlar olgunlaştıktan sonra, onları dini kaynaklarla ilişkilendirmek görece daha kolay oldu; çünkü hangi noktada teorilerle okuduklarımın örtüştüğünü rahatlıkla fark edebiliyordum. Buna rağmen, tüm bu düşüncelerin özünde yer alan “tekillik” kavramını anlamak ise ayrıca zorlayıcıydı. Sonunda, bu kavramın bütünüyle kavranamayacağına kanaat getirince, bu uğraşımı bıraktım ve rahatladım.
Günümüz insanı sizce en çok hangi konuda “uyanışa” ihtiyaç duyuyor?
Günümüz insanının yaşadığı sıkıntıların temelinde, bu yaşamı mutlak bir gerçeklik olarak görüp her şeyi kontrol edebileceğine inanması yatıyor. Oysa bu dünyada başarıya ulaşamadığımızda, tüm hayatımızın altüst olacağı düşüncesi insanı derinden sarsıyor ve sürekli bir kaygı yaratıyor. Bu yüzden insanlar, hayatı kontrol etme çabasıyla aşırı bir hırsa kapılıyor. Fakat içinde bulunduğumuz âlemde sonsuz sayıda değişken var ve bunların tamamını kontrol etmek imkânsız. Kişi kontrol alanını ne kadar genişletirse genişletsin, mutlaka kontrol edemeyeceği pek çok durumla karşılaşacak ve beklenmedik olaylar karşısında yeniden huzursuz olacaktır. Her beklenmedik gelişme ise, insanı içsel olarak yıpratıyor.
Burada ilk uyanılması gereken gerçek, bu hayatın bir rüya olduğu ve ona gereğinden fazla anlam yüklemenin yersizliğidir. Rüyada başımıza ne gelirse gelsin, gerçek anlamda zarar görmediğimiz gibi, bu yaşamda da karşılaştığımız olaylar bizi aslında sarsamaz. Bu farkındalığa ulaştıktan sonra, hayatı tamamen kontrol edemeyeceğimizi kabullenmek ikinci aşama olmalı. Hayatın bir rüya olduğunu içselleştirince, bu kabulleniş de kolaylaşır.
Atalarımızın “Tedbir kuldan, takdir Allah’tan” sözü burada büyük anlam taşıyor. Biz elimizden geleni yaptıktan sonra, sonuçlara tamamen teslim olabilmeli ve yaşananları bir sinema filmi gibi izleyip bundan heyecan ve keyif almayı öğrenmeliyiz. Böylece başımıza ne gelirse gelsin, artık hiçbir şey bizi derinden sarsamaz; hayatı daha huzurlu ve özgür bir şekilde yaşayabiliriz.
“Sonsuzluğun Eşiği”nde vadedilen "ruhsal huzur," tam olarak ne anlama geliyor? Bu, sadece bilgiyle mi, yoksa deneyimle mi elde edilebilir?
Ruhsal huzur, daha önce de vurguladığımız gibi, gerçekliği olduğu şekliyle kavrayabilmek ve gereksiz ayrıntılara takılıp kalmak yerine dikkatimizi hakiki olana yönlendirmekle doğrudan ilişkilidir. İnsan, hayatın akışında gereksiz yere anlam yüklediği, kendi içinde direniş gösterdiği her şeyi bir kenara bırakıp varoluşun özüne odaklandığında, olayların ve duyguların içinden direnç göstermeden geçmeyi öğrenir. Böylelikle, yaşanan her şeyin içimizden doğal bir şekilde akıp gitmesine izin verebiliriz. Bu noktada, dış etkenler karşısında sarsılmaz, içsel olarak daha sağlam ve huzurlu bir duruş sergilemek mümkün hale gelir.
Bu huzura ulaşmanın ilk adımı, bu yolun ne olduğunu zihinsel olarak kavramaktır. Bilgi, burada bir kapı aralayıcıdır; fakat tek başına yeterli değildir. Asıl dönüştürücü olan, bu bilgiyi günlük yaşantımıza, davranışlarımıza ve düşünce kalıplarımıza taşımaktır. Yani, öğrenilenleri hayata geçirerek içselleştirmek gerekir. Sadece teorik bir bilgiyle yetinmek, ruhsal huzurun gerçek anlamda yaşanmasını sağlamaz. Bilgiyi deneyime dönüştürdüğümüzde, ruhsal huzur hayatımızın doğal bir parçası haline gelir; bu da bizi içsel olarak özgür, dengeli ve sarsılmaz kılar.
Sizce bu "içsel uyanış", modern insanın yaşadığı yabancılaşma ve anlamsızlık hissine karşı nasıl somut bir çözüm sunuyor?
Modern insanın yaşadığı yabancılaşma ve anlamsızlık duygusu, kişinin kendi öz hakikatinden uzaklaşmasıyla doğrudan bağlantılıdır. Aslında, insanın derinlerinde bu dünyanın bir rüyadan ibaret olduğuna dair bir sezgisi vardır; fakat buna rağmen, giderek dünyaya daha fazla anlam ve değer yüklemekte, geçici olanı gerçekmiş gibi sahiplenmektedir. Kişi, hayal olana yöneldikçe, esas gerçeklikten uzaklaşır ve kendine yabancılaşmaya başlar; bunun sonucunda da giderek anlamsızlık hissine kapılır. Bu döngüyü kırmanın anahtarı ise oldukça basittir: Dikkatimizi ve odağımızı gelip geçici olana değil, hakiki ve kalıcı olana çevirmek, içsel huzurun ve anlamın kapılarını aralayacaktır.
Kitabın yazım sürecinde, varoluşa dair kesin kabul gördüğünüz bir fikrinizin değiştiği veya tamamen dönüştüğü bir an oldu mu?
Kitabımı yazarken, öncesinde veya sonrasında, hatta bugün dahi, kesin olarak benimsediğim birçok gerçeğin defalarca dönüştüğüne ve dönüşmeye devam ettiğine tanık oldum. İnsan, kendini sabit kalıplara sıkıştırdığını çoğu zaman fark etmiyor; ancak içe dönüp bu kalıpları sorguladıkça, her seferinde yeni bir sınırla yüzleşiyor. Her yeni öğrenilen bilgi, bir başka kalıbı yıkmayı gerektirebiliyor. Bu değişim ve dönüşüm sürecinin bir sonu olacağını düşünmüyorum; zaten sonsuzluk kavramı da bunu gerektirir. Bu yüzden, Kuran’da geçen “Rabbim, ilmimi artır!” duası, insanın öğrenme yolculuğunun bitimsizliğine işaret ediyor.
Sonsuzluğun Eşiği kitabın adındaki "Eşik" neyi temsil ediyor? Bu eşiği geçmek için atılması gereken ilk adım nedir?
“Eşik” burada insanın kendisini temsil eder; varoluşun sonsuzluk boyutundan, deneyimlediğimiz bu sınırlı dünyaya geçişin tam sınırında durmaktayız. Fakat çoğu zaman, insan farkında olmadan tüm dikkatini yalnızca bu sınırlı dünyanın tarafına yönlendirir ve içinde bulunduğu eşik noktasının gerçek anlamını gözden kaçırır. Oysa kişi, durduğu bu noktanın layıkıyla farkına varırsa, aslında bu eşikte yalnızca sınırlı olana değil, aynı zamanda sonsuzluk âlemine de açılan bir kapı olduğunu idrak eder. Bu eşik, ileri ya da geri gitmenin mümkün olmadığı, varlığın nihai olarak durup gözlemlendiği özel
bir noktadır; aslında burada durmak, varoluşun her iki tarafına da tanıklık edebilmek demektir.
Bu noktada, eşikte durmanın en büyük potansiyeli, insanın kendisini tüm olasılıklara ve farklı gerçekliklere açabilmesidir. Eşiğin tüm olanaklarını kavrayabilmek, bireyin hem sınırlı hem de sonsuz olan tarafı aynı anda fark etmesini ve her iki yönün de getirdiği tecrübeleri kucaklamasını sağlar. Bu farkındalık, insanı dar kalıplardan, alışılmış düşünce biçimlerinden özgürleştirir; varoluşun bütün potansiyellerini keşfetmesine ve kendisini sınırsızca geliştirmesine olanak tanır. Böylece kişi, yalnızca sınırlı olanın peşinden gitmektense, varlığının sonsuz boyutuna da temas ederek, olasılıklara açık, özgür ve dengeli bir yaşam sürebilir.
Kitap, okuyucuyu "varoluşun temel taşlarını sorgulamaya" davet ediyor. Sorgulamaktan kaçınmanın veya uykuda kalmanın en büyük riski nedir?
Sorgulamaktan kaçınmak ve uykuda kalmak, her insanın özgürce seçebileceği bir yoldur. Ancak uyanma sürecine adım atmak, insanın alıştığı ve tutunduğu tüm güvenli limanları sarsabileceği için başlangıçta epey ürkütücü olabilir. Çünkü uyanış, kontrolü bırakıp bilinmeyene yelken açmak gibidir. Hayat, kimi zaman durgun kimi zaman sert fırtınalarla dolu bir okyanusa benzer. Uyanan kişi, bu okyanusta kendi gemisini nasıl yöneteceğini öğrenir. Oysa uykuda olan insan, gemiyi kullanmak yerine okyanusu ıslah etmeye çalışır; ama bu beyhude bir çabadır. Uyanmadıkça insan, bu boş uğraşa inatla devam eder. Sonuç alamadıkça da bedbahtlığın girdabına kapılır ve gün geçtikçe bu hissin içinde daha da kaybolur. İnsan eğer bedbahtlıktan, hüzünden, korkudan memnunsa, uykuda kalmak onun için bir sakınca yaratmaz. Fakat bu durumdan rahatsızlık duyanlar için içsel uyanış, en öncelikli gündem olarak değerlendirilmelidir.
Baran Saldanlı’nın anlattıkları, modern insanın en temel sorunlarına ışık tutuyor: kontrol etme çabası, anlam arayışı, ruhsal yorgunluk, yabancılaşma ve içsel huzursuzluk… Ancak onun yaklaşımı, tüm bu sıkışmışlığın içinden çıkmak için basit ama derin bir kapı gösteriyor: Hakikati olduğu gibi görmek, kalıcı olana yönelmek ve yaşamı bir rüya ferahlığıyla izleyebilmek.
Saldanlı’nın sözlerinde hem bir mühendis titizliği hem bir arayış insanının içtenliği hem de tasavvuf geleneğinin yüzyıllardır aktardığı bilgelik var. Okuru düşünmeye, sorgulamaya ve en önemlisi kendini gözlemlemeye çağıran bu yaklaşım, onun kitaplarında olduğu gibi röportaj boyunca da net bir şekilde hissediliyor.
Sonuçta, “Ben kimim?”, “Nereden geliyorum?”, “Nereye gidiyorum?” gibi kadim sorulara verilen her cevap aslında insanın kendi içindeki eşiği adım adım aşma çabasının bir parçası. Saldanlı, bu eşiği görmeye niyet eden herkes için bir yol arkadaşı niteliğinde.Bu röportaj da umarız okura, kendi içsel yolculuğuna dair yeni bir pencere açar.