İnsanlık, tarihte hiç olmadığı kadar hızlı koşuyor.

Ama ne yazık ki yönünü kaybetmiş durumda. Teknoloji, doğa, güç ve insan arasındaki kadim denge bozuldukça, ilerleme dediğimiz şeyin bedeli de ağırlaşıyor. Artık kimse “nereye gidiyoruz?” diye sormuyor çünkü kimsenin durup düşünmeye vakti yok.

Bir zamanlar insan, anlam arayışında koşardı. Bugünse koşmanın kendisi amaç olmuş durumda. “İlerleme” dediğimiz şey, neyin ilerisi olduğu bile belirsiz bir yarışa dönüştü. Teknoloji insanın uzvuna, bilgi yapay zekânın belleğine dönüştü.Sosyal medyada bir tıklamayla kıtalar aşıyoruz ama yan dairemizdeki komşunun adını bilmiyoruz. Bağlantılar arttıkça bağlar kopuyor, iletişim çoğaldıkça anlam eksiliyor.

Yapay zekâ, dijitalleşme, otomasyon… Her şey değişiyor, ama insanın kendisi nereye evriliyor? Üretim biçimimiz, düşünme tarzımız, hatta duygularımız bile algoritmaların sınırları içinde şekilleniyor. George Orwell’in “Büyük Birader”i artık sadece bir distopya değil; cebimizde taşıdığımız bir gerçeklik. Bilgi çağında yaşadığımızı sanıyoruz ama aslında gözetim çağında nefes alıyoruz.

Batı merkezli dünya düzeni çözülürken, Çin ve Hindistan gibi yükselen güçler yeni dengeler kuruyor. Ancak bu denge, adaleti değil; yeni bir rekabeti besliyor. Savaşlar artık cephelerde değil, siber ağlarda, ekonomi piyasalarında ve medya platformlarında yürütülüyor. Birleşmiş Milletler gibi kuruluşlar ise çıkar çatışmalarının gölgesinde etkisizleşiyor. Küresel işbirliği ideali, ulusal çıkarların duvarına çarpıyor. Sonuçta kazanan yine güçlüler, kaybeden ise insanlık oluyor.

İklim değişikliği artık geleceğin değil, bugünün meselesi. Kuraklık, seller, yangınlar… Doğa yorgun, biz ise hâlâ büyüme rakamlarıyla övünüyoruz. Bilim insanları diyor ki: 2050’ye kadar bu tüketim hızında iki gezegene ihtiyaç duyacağız. Ama elimizde yalnızca bir tane var. Su azalıyor, toprak çoraklaşıyor, türler yok oluyor. Doğayı tüketirken aslında kendimizi tüketiyoruz.

Bir yanda servetini katlayan küçük bir azınlık, diğer yanda açlık sınırında yaşayan milyarlar… Orta sınıf eriyor, gençler umudunu kaybediyor. Savaşlar, krizler, göçler… Göçmenler sınır kapılarında değil, vicdan sınırlarında kayboluyor. Ve modern çağın görünmez salgını: yalnızlık. Artık insan, insanla değil; kendi iç sesiyle bile bağ kurmakta zorlanıyor.

Belki de dünya gerçekten çok hızlı koşuyor ama nereye? Teknoloji ilerliyor, ekonomi büyüyor, bilgi artıyor… Ama insan küçülüyor. Belki de artık durmanın zamanı gelmiştir. Çünkü bazen durmak, yeniden başlamanın tek yoludur. Yönünü kaybeden dünya, aslında yönünü kaybeden insandır. Hızın, kârın ve gücün değil; anlamın, vicdanın ve dayanışmanın peşinde koşmadıkça vardığımız her yer biraz daha çorak, biraz daha yalnız olacak.

Toplumun dönüşümünü sorgularken, insanın kendi özüne dönme çağrısı hiç bu kadar anlamlı olmamıştı. Hızın ve dışsal baskıların gölgesinde kaybolan birey, durduğunda yeniden nefes alır, düşünür ve yolunu belirler. Bu duraklama, pasif bir bekleyiş değil; bilinçli bir seçimdir. Çünkü gerçek değişim, bireyin kendi iç dünyasında başlar. Durmak, sadece dinlenmek değil; anlamlı bir ilerlemenin, vicdan ve dayanışmanın başlangıcıdır.