İki gün önceki “Vatan toprağı' İdlib’de ateşkes(!)” başlıklı yazımda, 33 şehit verdiğimiz saldırı sonrasında iktidarın konuyu ele alışını ve ardından gelen Moskova mutabakatını değerlendirmiş, yazımın devam edeceğini belirtmiştim.

Rusya ile imzalanan, içinde “ateşkes” kelimesi geçmediği halde tüm taraflarda umut yaratan mutabakat gerçek barışa acaba ne ölçüde hizmet edecek? “İdlib Gerginliği Azaltma Bölgesindeki temas hattı boyunca tüm askeri faaliyetler durdurulacaktır hükmünün yürürlüğe girmesinden saatler sonra 6 Suriye askeri ve 9 muhalifin öldüğü haberleri geçti. Rusya uzmanı Aydın sezer, “bu mutabakatın orta ve uzun vadede sahaya olumlu bir yansıması olacağını düşünmüyorum, antlaşmada ‘ateşkes’ kelimesi yok” diyor. Şu husus genelde görmezden geliniyor; bölgede ‘terörist’ olarak kabul edilen unsurlara Suriye ordusunun yapacağı operasyonlar zaten ateşkes kapsamında değildi. HTŞ örgütü de zaten bu mutabakatı tanımadığını açıklamıştı.

RUSYA'YI NEDEN 'ALTTAN ALDIK'?
33 askerimizin şehit olduğu saldırıya Rus uçaklarının da refakat ettiği Uluslar arası Uçak Gözlem Evi tarafından açıklanmıştı. Savunma Bakanı Akar, saldırı sonrasında Rusya’ya bilgi vermemize rağmen ateşin devam ettiği ve ambulanslarımızın bile vurulduğunu söylemişti. Bu olaydan bir hafta önce İdlib’de 2 askerimizin şehit olduğu hava saldırısını da Rus uçaklarının gerçekleştirdiğini Moskova kabul etmişti.

Rusya’nın bu savaşta Türk hedeflerine aktif saldırılarda bulunduğu biliniyordu. İktidar yetkililerinin görüşmelerde bu olaylar hiç yaşanmamış gibi davranmak zorunda hissetmesi dikkate değerdi. Bu mutabakat için ısrarlı görüşme taleplerinin bizden gitmesi ve çok önceden Ankara’da olması planlanan görüşmenin Moskova’da yapılmasını kabul etmemiz, eli zayıf olan tarafın biz olduğumuzu gösteriyordu.

Ortak açıklama sonrası mikrofonun açık olduğunu fark etmeyen Erdoğan’ın Rus Dış İşleri Bakanı Lavrov’a "Esed ile görüşüldü değil mi?" diye sorması da iki yönden dikkat çekiydi. Birincisi, muhatap almayı reddettiği Esad’ın bu mutabakat hakkında (muhtemelen askeri zorunluluklar sebebiyle) ivedi bilgilendirilmesine ihtiyaç duyuyordu. İkincisi, doğrudan Suriye ile ilgili 6 saatlik bir görüşme masasında Esat’ın da bir temsilcisinin bulunduğunu ve/veya anlık iletişimin zaten sürmekte olduğunu öngöremediği anlaşılıyordu.

Her durumda, sahadaki askerlerimizin kaybını bir şekilde engelleyecek her tür girişim ve uzlaşma çok değerlidir. İktidarımız çok doğru bir adım atarak TSK’ya yönelik olası saldırıları şu aşamada durdurmuş görünmektedir, umalım ki uzun süreli bir barışın ve nihai çözümün başlangıcı olur bu adım.

SAVAŞ SİYASETİ VE İÇ POLİTİKA
Bu mutabakat öncesine dönerek, İktidarımızın İdlib kararlılığının altında yatan olası gerekçeleri değerlendirmek istiyorum. İç politik ayrıştırmalar üzerinden siyasal tabanın iknası süreçleri nasıl yürütülüyor? Ayrıca, siyasal iktidar karar ve icraatlarının sonuçlarını üstlenmemek için hangi yöntemlere başvuruyor? İyi Parti’nin İdlib konusunda tam desteğini alarak Millet ittifakını dağıtmış olan iktidarın planları neler olabilir? Bu konuları biraz açmak uygun olacak.

Suriye’de tırmandırılan savaşın sebepleri konusunda iktidarın tüm kesimlerce anlaşılabilir bir izahı olmadığı görülüyor. Şehit sayılarının çoğalması ile iç politikada daha da sıkışan Erdoğan’ın tüm konuşmalarında CHP liderine saldırılarının dozu da artmıştı.

MAKUL GEREKÇE YOKSA MUHALEFETE SALDIRI ARTIYOR
En akla aykırı fikir ve icraatların bile politik ayrışma üzerinden topluma benimsetilmesi taktiklerine alışığız aslında. Bu süreç şöyle işliyor: İktidar politik gereklilikleri sebebiyle kendince bir karar alıyor ve uygulamaya geçiyor. Bu karara karşı olan toplumsal ve siyasal kesimler “bunu niye yapıyorsunuz, bize açıklayın” diyor. İktidarın aldığı kararın temel sebebi (rasyonel politik, toplumsal ve ekonomik ihtiyaçlardan değil de) politik var oluşu ile ilgili ise, açık ve anlaşılır gerekçeler üretilemiyor. Akla uygun gerekçelerin üretilemediği yerlerde ise hamasete, inanca ve muhalefetin düşmanlaştırılması taktiklerine başvuruluyor.

Yapılacak olan işlem ve eylem geniş kesimlerin onaylayacağı sağlam gerekçelere dayanıyor olsa, bu tür ayrıştırıcı ve kutuplaştırıcı dile de zaten ihtiyaç kalmıyor. Gerekçesi sağlam icraatlara bazı kesimler tarafından itirazlar gelse de toplum bunları çok da ciddiye almıyor zaten. Dolayısı ile, iktidar bir konudaki kararını topluma anlatmaya çalışırken muhalefete çok ağır saldırıyorsa, bu kararın haklılığı konusunda önemli sıkıntıları olduğu anlaşılıyor. Hele ki “isteseler de istemeseler de yapacağız” türünden açıklamalara ihtiyaç duyar hale geliyorlarsa, bu kararlılığın gerekçeleri konusunda haklı kuşkular artıyor.

YAŞANANLAR; BİLİNÇLİ TERCİHLERİN SONUÇLARI
Daha önce de yazılarımda şu genel değerlendirmeye sıklıkla vurgu yaparım; iktidarın yaşadığı ve yaşattığı her ne ise, hepsi son derece bilinçli tercihlerinin sonuçlarıdır. Konularının uzmanlarına ve ülkenin büyük kısmına akıl almaz gibi gelen kararlar ve uygulamalar, ülkeyi yönetenlerin gelinen noktada mecburiyetlerinden, başka çıkış yolu görememelerinden kaynaklanmaktadır.

Bugün Suriye’de gelinen durum da, başından beri yanlış yürütülen riskli dış politikaların öngörülmüş, göze alınmış sonuçlarıdır. Suriye iç çatışmaları dokuz yıl önce başladığında alınan politik tutum, bu işten Türkiye’nin oldukça kârlı çıkacağı beklentisi üzerine kurulmuştu. Gelişmeler öngörüleri pek doğrulamasa da (kumarda sürekli el büyütenlerin yaptığı gibi) hatada ısrarlar sürdürüldü ve bugüne gelindi.

İktidar Suriye’de bulunma nedenleri ile ilgili sık sık dünyanın en meşru savaşı olan Milli Mücadelemiz üzerinden referanslar üreterek, Suriye macerasına saygınlık devşirmeye çalıştı. Şimdilerde Libya’da da savaşan paralı askerlerden oluşan ÖSO için ‘Kuvâ-yi Milliye’, verdikleri savaşa ‘Kurtuluş savaşı’ dedi.

Erdoğan İdlib harekâtını nasıl gerekçelendiriyor, buna bir bakalım:

* “Bu mücadelenin içinde olmaya mecbur değil mahkûmuz” diyor, ama niye mahkûm olduğumuzun sebeplerini kendine saklıyor.

* “Türkiye Çanakkale'de de emperyalistlere karşı mücadele ediyordu, bugün de Suriye'de aynı mücadeleyi veriyor” diyor, Çanakkale savunması gibi bir yurt ve onur savaşını İdlib ile bir tutuyor.

* “Emperyalistlere karşı mücadele” veriyoruz diyor, ancak kim bu emperyalistler, açıklamıyor. Kast edilen ABD ve Rusya ise, iki devlet ile de ekonomik ve askeri iş birliğimizi artırma çabalarımız devam ediyor, desteklerini her fırsatta talep ediyoruz.

* “Kılıçdaroğlu İdlib'in vatan toprağı olduğunu bilmeyecek kadar cehaletten öte bir hiyanetin içine düşmüştür” diyor. Her açıklamasında toprak bütünlüğüne saygıdan bahsettiği Suriye’nin bir bölgesini vatan toprağı olarak gördüğünü söylüyor ama emperyalizmden yakınıyor.

* “Türkiye'nin bu tarihi mücadelesini fitneyle iftirayla lekelemeye çalışan kim olursa olsun, haysiyetsizdir, şerefsizdir, alçaktır, haindir” diyor. Gerekçelerini üretemediği savaşı doğru bulmayanlara çok ağır sözlerle suçluyor, mahkûm ediyor, “tarihi mücadele”yi ne manada kullandığını açıklamıyor.

Aslında makul bir takım gerekçeler olsa bastıra bastıra, gece gündüz anlatılır, ama galiba böyle akla uygun gerekçeler yok ve üretemiyorlar. Bu yüzden (üzerinde en çok çalıştıkları) siyasal ayrıştırma ve sert saldırı taktiklerini uyguluyorlar.

HATADA ISRARIN SONUÇLARINI ÜSTLENMEMEK
Siyasal geçmişlerinde hatanın kabulü ve “zararın neresinden dönülse kârdır” yaklaşımları genelde olmadı. Çok riskli kararları hep çok rahat verdiler, “geleceğini düşünen kahraman olamaz” bile dediler. Çünkü, verdiğiniz riskli kararların olumsuz sonuçlarını bizzat siz ödemek zorunda değilseniz, kararlarınızı alırken müthiş cesur olursunuz. “Buradan geri dönüş yaparsak tüm uğraşlarımızın boşa gittiğini topluma (seçmene) anlatamayız” denilerek, daha riskli kararlara devam edildi.

Siyasal, ekonomik veya diplomatik hatalı kararların faturaları önlerine geldiğinde, bunları bizzat ödemek zorunda olanlar faturayı üstlenmeyi hiç düşünmediler. Tüm dünyada (daha önceleri bizde de) önemli işlev gören “sorumlulukların üstlenilmesi ve istifa müessesi” bizde bu yüzden hiç çalışmıyor. Çıkan fatura doğrudan toplumun önüne konuluyor, “hadi bakalım bunu birlikte ödeyeceğiz” deniliyor.

Şimdi “niye şehitler veriyoruz” diyenlerin düşmanlaştırılması, sorumluluk ve fatura üstlenilmemesi alışkanlıklarından kaynaklanıyor. “Şehitler tepesi inşallah daha da dolacak” denilmesi, topluma “bu faturayı birlikte ödeyeceğiz” demenin bir yolu olarak da anlaşılabilir mi acaba?

SAVAŞ POLİTİKALARI MİLLET İTTİFAKINI BÖLDÜ
İşin günlük siyasal yönüne kısacak bakacak olursak: Mevcut siyasi tabloya göre Cumhur ittifakının gelecek bir seçimde yüzde 50+1’i bulamayacağı açıkça görülürken, Millet ittifakının bir şekilde bir araya gelememesi gerekiyordu. Muhalefetin seçimlerde işbirliği yapmasının önüne geçilmesi için gerek Kürt politikası, gerekse savaş politikaları her zaman en işlevsel araçlar oldu iktidar için.

Her türlü kriz anlarında iç ve dış düşman yaratma ve buradan destek devşirme becerisi bilinen iktidar dışarıda Suriye, içeride CHP ve Kılıçdaroğlu’nu düşman ilan etti. İyi Parti’nin İdlib desteği alınarak Millet İttifakı parçalanmışken, iktidar bu siyasal avantajı mutlaka kollamak ve sandığa tahvil etmek isteyecektir. Ne zaman olacağı henüz bilinemese de, ilk yapılacak genel seçimlere kadar TSK’nın sınır ötesinde ve özellikle İdlib’de bulundurulmaya devam edileceği öngörüsü yanlış olmayacaktır.