Cumhurbaşkanı Erdoğan dün, 5 Mart 2020’de Moskova’da Rusya lideri Putin ile Suriye'nin İdlib’deki gerilimi ele almak için bir araya geldi. Normalde Ankara’da yapılması planlanan görüşmeye “iş yoğunluğu” sebebiyle gelemeyeceğini bildiren Putin’e “kabul ederseniz biz gelebiliriz” demiştik! Sağ olsun (!) isteğimizi kabul etti için Erdoğan ayrıca teşekkür etti Putin’e. Görüşmenin ardından yapılan konuşmalarda Erdoğan İdlib'de bu gece ateşkes başlayacağını açıkladı. Mutabık kalınan metinde aslında “ateşkes” kelimesi geçmiyordu: “İdlip Gerginliği Azaltma Bölgesindeki temas hattı boyunca tüm askeri faaliyetler 6 Mart saat 00:01’den itibaren durdurulacaktır” deniliyordu.

“Suriye Arap Cumhuriyeti’nin egemenliğine, bağımsızlığına, birliğine ve toprak bütünlüğüne” saygımızı yinelediğimiz bu mutabakat başta iktidar basınında (her antlaşma sonrasında olduğu gibi) yine bir zafer olarak sunuldu. Bir gün önce “Bahar Kalkanı harekâtı bitmeden geri dönüş yok” diyen iktidar kalemşörleri derhal “olması gereken yine oldu, Erdoğan zafer kazandı” türü haberleri geçmeye başladı.

BM’in ve Türkiye’nin “terörist” kabul ettiği HTŞ silahlı birlikleri bu mutabakatı reddetti. Yakın gelecekte ne olur bilemeyiz, ancak silahların şimdilik susmuş olması bile mutlaka çok olumlu bir gelişmedir. Bir gün önceye kadar “Şam yolu göründü” diye sevinen kesim bugün anında “yaşasın ateşkes, evlatlarımıza zarar gelmesin” demeye başladılar. Birbirine zıt tüm icraatları aynı heyecanla alkışlayan iktidar tabanın kafa karışıklığını bu kadar kolay aşması, bilimsel bir tezin araştırma konusu olarak ele alınır umarım.

Peki bu noktalara nasıl gelmiştik, son birkaç haftalık gelişmeleri kısaca hatırlayarak olanları yorumlamaya ve tahlile çalışalım.

ŞEHİTLER TEPESİ DOSUN MU, BOŞ MU KALSIN?
27 Şubat Perşembe günü Suriye’nin İdlib kentinde hava saldırısı sonrası 33 askerimizin şehit olduğu haberi tüm ülkede gerçek bir şok yaratmıştı. Ayrıştırılmış toplumsal kesimler bu acıyı neredeyse aynı ağırlıkta ve yoğunlukta hissettiler. Ancak iktidardakilerin bu acıyı içtenlikle hissettikleri konusunda çok ciddi kuşkular oluştu ve bu kuşkular ilerleyen günlerde artarak devam etti. Muhalefet “şehitler tepesi dolmasın” derken iktidar ortakları “olur mu öyle şey, şehitler tepesi daha da dolacak” diyerek söylemi daha ileriye taşıdılar.

Toplumda yanıtı aranan temel sorular vardı: İdlib’de bulunmakta neden ısrar ettiğimizin makul insanların anlayabileceği şekilde bir izahı yoktu ortada. “Hava desteği olmadan binlerce Mehmetçiğin çok yüksek riskler göz önüne alınarak Suriye devletine karşı savaştırılmasındaki ısrarın sebebi, siyasi ve askeri amaç tam olarak nedir?” diye soruyor toplumun önemli kesimi ve askeri uzmanlar. Bir diğer kaygı ise, bu harekâtın asil sebebinin ülke güvenliği değil, iç politik gerekçelerden kaynaklanıyor olması iddiaları. Bu soruları açmaya çalışacağım.

ACILARDA ORTAK OLMAK
Erdoğan 33 şehidin verildiği vahim geceden sonra iki gün ortalarda görülmedi. Kameralar karşısına çıktığında herkes televizyonlarının başına geçti. Önceleri pek izlemeyenler bile baştan sona sabırla dinledi Erdoğan’ı. Cumhurbaşkanı olağan bir siyasi faaliyet çerçevesinde düzenlenmiş bir toplantı konuşması yaptı. Önce ekonominin ve ülkenin başarılarından, turizm gelirlerinin arttığından, 2023 hedeflerinden, Gezi olaylarından, camide bira içildiğinden vb. uzun uzun bahsetti.

Erdoğan liderlerle yaptığı telefon görüşmelerinden bahsetti. Trump ile yaptığı telefon görüşmesinden espri ile bahsederken salonda kahkahalar oluştu, bu anların görüntüleri ile sosyal medya tam olarak ‘koptu’! Cumhurbaşkanı’nın konuşma metnini yayınlayan yandaş medya kaynaklarında, salonun güldüğü bu cümlelerin sansürlendiği görüldü.

İnsanların konuşurken ses tonu, üslubu, hali ve tavrı; içinde oldukları duyguları istem dışı olarak ve doğrudan yansıtır. Bu konuşma boyunca, toplumun yaşadığı travmayı ve acıyı Cumhurbaşkanı’nın da paylaştığı hissi gözlemlenemedi.

DAHA KÖTÜLERİNE DE HAZIR OLUN!
Bilinen özgüvenli üslubu ile alışılmış şekilde elindeki bilgileri paylaşıyordu Erdoğan, hepsi bu. “Bin yıldır bu topraklarımızı vatanımız kılmak için yürüttüğümüz mücadeleyi verdiğimiz sayısız şehitler kervanına bunları da ilave etmemiz gerekiyor, şehitler tepesi hiçbir zaman boş kalmayacak. Hangi bedeli ödememiz gerekiyorsa ödeyeceğiz” dedi. Konuşmada derin üzüntü paylaşımı değil, daha olumsuz sonuçlara da toplumun hazır olması gerektiği mesajı veriliyordu.

Tamam, bu acı kayıplar yaşandığı gün TSK’nın İdlib’den tümüyle çekilmesi kararını beklemiyordu toplum. Ancak, iktidarın kayıpları bu kadar olağanlaştırması ve “olur böyle şeyler!” tavrı göstereceği de beklenilmiyordu doğrusu. İdlib’de üç haftada toplam 57 şehit verilmesi o kadar da sıradan bir gelişme olarak algılanmamalıydı.

İktidarın toplum nezdinde yaşanan acıyı ve savaşan askerlerimizin moral bozukluğunu minimize etmek için algı yönetim çabası (kendi rasyonalitesi içinde) belki anlaşılabilirdi.

Ancak ekranlara yansıyan görüntüler, en azından şehit ailelerinin ve toplumun yaşadığı acının içselleştirildiği ve paylaşıldığı izlenimini pek vermiyordu. Yaşanan 33 şehit vakası bu sürecin olağan sonuçlarından olarak algılanıyordu ve benzer (ve belki daha büyük) kayıplara toplum hazırlanılmak isteniyordu.

SAVAŞIN SİYASİ HEDEFİ SURİYE Mİ, CHP Mİ?
Suriye’de tırmandırılan savaşın tüm kesimlerce anlaşılabilir bir izahı olmadığı görülüyor. Muhalefetin, iktidarın tüm karar ve icraatlarını eleştirmesi ve kendince doğruları dile getirmesi zaten olması gerekendir.

Ana muhalefet liderine çok sert saldırı ile, iktidarın seçim dönemlerinde olduğu gibi kendi tabanında bir konsolidasyon yaratmaya çabaladığı görülüyor. CHP ve Kılıçdaroğlu’nun, sebebi açıklanamayan bu savaşı eleştirdiği ve “askerlerimiz şehit olmasın” dediği için hakarete varan sert cümlelerle hedefe konulması başka türlü anlaşılamaz.

İktidarın sınır ötesi harekâtları mevcut siyasal pozisyonunu kaybetmemek için kullandığı eleştirileri hep oldu. TSK’yı İdlib’den geri çekmemekte direnmenin doğrudan iç politik sebeplerden kaynaklandığını düşünen kesimlerin ciddi gerekçeleri var. Şehit sayılarının çoğalması ile iç politikada daha da sıkışan Erdoğan’ın tüm konuşmalarında CHP liderine saldırılarının dozu da artıyor. Bu şekilde yaratılan politik gerilim, İdlib konusunun iç politik malzeme olarak kullanılma seyrinin artacağı savlarını destekler nitelikte.

'HAYSİYETSİZ, ŞEREFSİZ, ALÇAK, HAİN!'
Cumhurbaşkanı’nın konuşmalarında harekâtın gereklilikleri ve gerekçeleri üzerine halkın anlayacağı şekilde açıklamalar yapması beklenirken başka şeyler oluyor. Tercih edilen ayrıştırıcı dil, harekâtın açık ve anlaşılır bir gerekçesinin (örn. Barış Pınarı’nda Kürt koridorunun engellenmesi gerekçesi gibi) üretilememesine bağlanıyor.

4 Mart AKP Meclis grup toplantısı konuşmasında Erdoğan hamasi söylemlerin ardından ağır hakaretler içeren sözlerle Kılıçdaroğlu’nu hedef aldı, “Bay Kemal'in bu memlekette yeri yoktur. Yeri ne vatandır ne millettir. Onun yeri Esed'in yanıdır. Kılıçdaroğlu İdlib'in vatan toprağı olduğunu bilmeyecek kadar cehaletten öte bir hiyanetin içine düşmüş demektir. Türkiye'nin bu tarihi mücadelesini fitneyle iftirayla lekelemeye çalışan kim olursa olsun, haysiyetsizdir, şerefsizdir, alçaktır, haindir” dedi.

Erdoğan’ın konuşmasının ardından CHP Meclis Grup Başkan vekili Engin Özkoç yaptığı basın toplantısında Erdoğan’ın kullandığı ağır sözcükleri kullanarak yanıt verdi, sonrasında Özkoç ve CHP’liler Genel Kurulda AKP’lilerin saldırısına uğradılar.

Tüm bu gelişmeler, İdlib kararlılığının iç politik ayrışma üzerinden tabana benimsetilmesi yöntemine devam edileceğini gösteriyor. İktidar İdlib savaşından beklediği siyasi hedefi açıklayamıyor, “yoksa amaçlanan siyasal hedef CHP midir?” diye soruyor CHP sözcüsü Faik Öztrak.

Konu buraya gelmişken, iç politik ayrıştırmalar üzerinden siyasal tabanın iknası süreçlerinin nasıl yürütüldüğünü ele almak gerekiyor. Ayrıca, siyasal iktidar karar ve icraatlarının sonuçlarını üstlenmemek için hangi yöntemlere başvuruyor? İyi Parti’nin İdlib konusunda tam desteğini alarak Millet ittifakını dağıtmış olan iktidarın planları ne olabilir? Bu konularda ki değerlendirmelerimi iki gün sonraki yazımda paylaşacağım.