Güne umutla uyanmak, düşlemek, gülümsemek, birkaç saniyeliğine de olsa bir yerlere dalmak, odanın penceresini sonsuzluğa açmak, farklı diyarlara yolculuk yapmak; düşlemesi bile ayrıcalık olan faaliyetler. ‘’Bugün her şey farklı olacak’’, diye kalbinden kendiyle ufak bir söyleşi yapmak… Sanki bu zamanın ötesinde, biraz gerisinde veya biraz ilerisinde, farklı bir devirde yaşamak istercesine, mutluluğun başka zamanlarda olduğuna inanmak istercesine, hayal etmekten hiç vazgeçmezcesine mutluluğun peşinden koşmaktır; aslında benliğimizdeki tüm özgüvenin sırrı. Hepimizin yaşadığı bir paradoks vardır aslında. Kendimizi ifade etmek istediğimiz bir gezegen, bir zaman dilimi. Zaman kavramını sevmez çoğumuz, zamanın durmasını isteriz çoğu zaman. Bazen kendi benliğimizi unutmak isteriz. Felsefemizin yaşatıldığı paradoks bir zaman dilimi… Belki de gerçek zaman kavramından uzak, gözlerdeki hayali bir sır. Gözlerdeki bir çift buğulu sis, büyü.

Yağmurlu bir günün verdiği huzur kadar hisli, güneşli bir günün verdiği enerji kadar güzel bir umut ışığıdır; güne tebessüm ederek başlamak. Hayal dünyamızın söyleşisi, umutlar diyarı, pespembe bir gökyüzü… Pespembe bir gökyüzünün sırrı pek bilinmez. Çünkü bir çocuk kalbinde saklıdır. Pamuk şekerlere benzetilmiş bulutlar, gökyüzündeki uçurtma ve balon şenliği, adeta bir lunapark diyarı gibi… İçinde ise umut etmekten hiç vazgeçmeyen minicik kalpler…

Gökyüzü, denizin yansımasıdır. Maviyi sevme nedenidir belki de. Mavinin doğaya bir oyunudur. Bir güç göstergesidir aynı zamanda. Mavi, kararlılığı temsil eder. Kararlılığın sembolüdür. Deniz ve gökyüzünün yaptığı antlaşmaya imza olduğundan beridir asaletin de sembolüdür. Deniz kadar hırçın olurken, gökyüzü kadar engin olmasının asaletini anlatır, mavi. Asırlardır kırmızı ile betimlenen kalp ve gül sembolleri neden mavi ile betimlenemesin ki. Dev dalgaların gökyüzündeki yansımalarıdır mavi. İçimizde büyüyen onlarca umut ışığı, paradoks diyarlar, gözlerimizdeki ışık; hem çocuklarda hem de yetişkinlerde olması gereken anahtarlardır, sihirli değneklerdir. İçimizde büyüttüğümüz bu sihirli iksir ağacı bizim tüm bildiklerimizi unutturan cinsten. Şehrin karmaşasından gökyüzüne bakmayı unutmuşuz. Yıldızları saymayalı ne kadar uzun zaman oldu? Bulutları eve benzetip gökyüzünde farklı diyarlar oluşturmayalı ne kadar uzun zaman oldu? Ama bu sihirli iksir bizim kurtarıcımız. Doğruyla yanlış ayrımı var mıdır gerçekten? Doğru nedir? Yanlış nedir? Doğru ve yanlış bizim değer yargılarımıza göre değişemez mi? Elbette, değişebilir.

Anlam veremediğimiz olaylar olmuyor mu? Elbette ki oluyor. Ama biz bir şeyleri anlamaya çalıştıkça daha çok paradoksun içinde bir girdaba kapılıyoruz. Aslında olayların gerçekliği diye bir şey yok, göreceliliği var. ‘’Olayların göreceliliği’’, olayda doğru yanlış aramaktan vazgeçip gerçek huzura ermenin anahtarı. Paradoks kapısına uzanan bir hayal merdiveni vardır. Her basamağında bir büyü, bir gizem, bir rüya, bir hayal ilmiği. Bir kalpte işlenen nakışlar, bir gözde süslenen süslenen bakışlar, buğulu bir yaz akşamı kadar derin duygular, dalıp dalıp giden gözler, bir şey anlatmak isteyen mimikler, düşünüp düşünüp oluşan ufak tebessüm basamakları…. Kapıyı açabilene büsbüyük mutlu bir sonsuzluk diyarı. Belki de hepimizin tek isteği budur. Hepimizin amaçları, hayalleri vardır; başarmak istedikleri vardır. Başarıya aç bireyler vardır. Başarısızlığı kaldıramayan, başarıyı herkesten çok seven bireyler vardır. Herkesin istediği ‘’gerçek başarı’’ olgusu vardır. Bu ‘’gerçek başarı’’ olgusu, kapının açılması ile açılan pamuk şekerden gökyüzü diyarına ortak olan en güzel lunapark oyuncağıdır. Bu oyuncağa binmek ise apayrı bir ayrıcalıktır. Sadece azimli ve hırslı insanların sahip olabileceği bir ayrıcalıktır. Başarı oyuncağı; içindeki çocuğu öldürmemiş her yetişkinin binmek isteyebileceği bir oyuncaktır.

Başarının yanında bir de aşk duygusu vardır ki; bu duyguya yakalanan bir paradoks çocuk gözlerinin buğulanmasından kurtulamaz. ‘’Paradoks çocuk’’ tabiri, içindeki çocuğu öldürmemiş yetişkinler için kullanılan bir tabirdir. Paradoks, gizemli geçit demektir. Bu yüzden içimizdeki büyümemiş çocukla yetişkin- aklı başında birey arasındaki gizemli köprüyü oluşturan bir tabirdir. Gözlerinin buğulanması demişken telepati yolu ile kurulan bağlar, düşler, onunla kurulan güzel bir hayal sonrasında yüzde beliren ufak bir tebessüm, anlık mutluluktur tarifi olmayan hisler diyarı. Daha önce böyle bir hisle hiç karşı karşıya gelinmiş miydi? Gelinmediyse daha öncekiler neydi? Peki her şey yolunda giderken niye böyle bir his döngüsüne kapılındı? Bu his döngüsü bütün hayatımız boyunca aklımızın eremeyeceği, çözmekte zorlanacağımız, tarifi olmayan bir döngü. Peki bu hissin adı gerçekten aşk mı? Peki ya aşk nedir? Fedakarlık mı yoksa elde etmek mi? Onu düşündüğümüzde istemsizce yüzde beliren gülümseme aynı zamanda kaygılarımızın, korkularımızın yüz bulmuş hali. Acaba onu düşlemek ne kadar doğru? Bu paradoksun içinde kendimizi kaybetmeden önce ne kadar düşünüyoruz? Hep sorulan soru: ‘’Tüm bunlara değer mi?’’ Kendimizi kaybettiğimizde belki de tüm benliğimizi yitiriyoruz. Fakat kendimizi bulduğumuzda işine ve başarısına aşık bir insan oluyoruz. İşte bunun kadar güzel bir olgu yoktur. Aşık olmadığımızda daha güçlüyüz. Çünkü aşk; başka bir açıdan bakıldığında orduyu yenebilecek gücü varken bir kişiye yenilmektir aslında. Başarı ve aşk… Bu duyguları bir kenara koyabildiğimizde özgüven gelir sırada.

Özgüven, kişinin karakterini besleyen oldukça önemli bir detaydır. Kimsenin kendisini onaylamasına ihtiyaç duymamaktır özgüven. Kendi kendisine yetebilmektir. Kendini sevebilmektir, sınırlarını ve kapasitesini bilmektir, kendi potansiyelinin farkında olmaktır. Kırmızı çizgilerini iyi bilmektir. Kendisine çizdiği daireye alacağı kişileri özenle seçmektir. Çoğu zaman özgüven ve ego birbirine karıştırılır. Fakat ego olarak tanımlanan davranışın aslında özgüven olduğu da bazen kabul edilmesi gerekir. Örneğin egolu insanlar başkalarına iltifat etmeyi sevmezler, ancak özgüvenli insanlar severler.