Her şey 1994’te ortaya çıkmaya başlamıştı. “Kanlı mı kansız mı” sloganıyla “kadayıfın altı mı üstü mü kızardı” arayışındaki Prof. Erbakan; Refah Partisi ile Anavatan’a rağmen 329 belediye kazanmıştı. 19 Temmuz 1983 tarihinde kurulmuş olan bu parti; 16 Ocak 1998ntarihinde Anayasa Mahkemesi  tarafından kapatıldı. Ancak edinilen moral sonucu teokratik özlemli birçok odak ortaya çıkmıştı. O rüzgarla RP yerine 17 Aralık 1997’de kurulan fazilet Partisi 1999 yerel seçimlerinde 428 belediyede başarı sağladı (bu da 22 Haziran 2001de kapatılacak ve yerini Saadet ile adalet ve Kalkınma partileri alacaktı.) Belediyelerin önemlisi, kuşkusuz İstanbul Belediye Başkanlığı idi.

1980 darbesi sürecinde 12 Eylül paşaları, dinci çevrelerin sırtını sıvazladı. Fetullah Gülen ve Cemaatı da, “hizmet grubu” olarak gündemlere yerleşti. Nakşi Halidi çevreler Erbakan’ın etrafında toplanırken, Nurcular de Fetullah Gülen ile atılım yapmaya başladı. Nakşiler’in siyasi alanda yükselmelerine karşın Nurcular, cemaat okulları ve yurtları ile kadro oluşturma alanında aşama yaptılar.

Nurcular; 61 Anayasası’nın getirdiği özgürlük ortamında örgütlenmeye başlamıştı. 1971 darbesi; sol düşünceli kadroların devletten tasfiye edilmesini başlattı. Gardrop Atatütkçülerin işbirlikleriyle özellikle Emniyet teşkilatında etnik katılıklı dinci kadrolar yoğunlaştı. 1980 darbesi AP, CHP, MHP ve RP kadroların dışlayınca; ipin ucu Gülen ve Cemaatı’nın eline geçti. 

1971’de “solcu” iddiasıyla darbe yapan cuntanın, solu yok etmesi gibi; 1980 cuntası da Atatürkçü iddiasıyla yaptığı darbe ile Türkiye’nin “laik” karakterini iğdiş etmişti!
Sinsi kadrolaşma ile devletin kılcal damarlarına “sızmış”” olan Gülen Cemaatı; artık “laik sosyal hukuk” ilkesinden yana olan ve “Laik ve Kemalist” olarak genellenen kişi ve kurumları aynı sinsilikle yıpratmaya başladı.

Örneğin belediye aracılığıyla ben de hedef alınmışım. 

Babam, İETT işçisi iken 1955’de Çağlayan’da 20X20 ebatlı ve bahçe nizamlı bir arsa satın aldı. Taksit bittikten sonra, 1957’de 72 metrekarelik bir ev inşa etmeye başladı. Bir buçuk senede bitti. 1958’de Fatih’ten taşınarak ikamete başladık. Mahallenin akciğeri olan -meyve ağacı olmayan- birçok süs ağacı ve çiçek dikmiştik. 1964’de Kağıthane Belediyesi, yol genişletme gerekçesiyle arsamızın ön tarafından 5 metreyi aldı. Bu nedenle kimi yeşillikler tretuvar kısmında kaldı. Benim 1990’lardan sonra imara aykırılıklar nedeniyle belediye başkanlığına çeşitli dilekçeler vermem ve sonuç alamayınca da suç duyurularında bulunmam; Refahlı Belediye Başkanlığınca hasım görülmeme neden oldu. Hiçbir neden olmadığı ve sokağın karşı kaldırımı bir buçuk metre iken bizim taraftaki 6 metrelik kaldırım dar bulundu. Bir Ağustos ayında, mevsime aldırmadan, bütün ağaçlar ile çiçekleri katlettiler.

Eve geldiğimde, belediye ekipleri yıkıp, kırıp, kesiyorlardı. Adeta kendimi kaybettim. Önüme ilk gelen -eli telsizli biri- ensesine şaplak patlattım. Zabıtalar ile çağrılan polis, beni derdest karakola götürüp nezarete koydular. Bir süre sonra bir de küçük çocuk getirdiler. 1-2 saat sonra orta yaşlı bir polis, o çocuğu omzundan tutarak götürdü (sonraki süreçte bana kapkaç yapanların içinde görecektim). Beni de nezaret dışındaki bekleme salonuna oturttular. 4-5 saat sonra, avukatımın ısrarıyla tutulmuş zabıtla Şişli savcılığına gönderildim. Savcının okuduğu zapta göre ben görevlileri darp etmiş, elbiselerini yırtmışım. İfademi alan savcı, tutuksuz yargılanmak üzere serbest bıraktı.

O günden sonra başıma gelmeyen kalmadı. Çok kere “kapkaç” ve “dolandırma” mağduru oldum. Evime taciz telefonları eksik olmadı. Binamıza dört kez hırsız girdi.

Her seferinde savcılığa suç duyurusunda bulundum. İdari makamlara ve emniyete başvurdum. 2000 ile 2010 arasında yaptığım 18 ayrı suç duyurusunun hiç biri olumlu sonuç vermedi. Gazete haberlerine göre birçok hırsız ve kapkaççı ile dolandırıcı yakalanıyordu. Fakat benimle ilgili olan hiçbir olay aydınlanmıyordu. Benimle aynı günlerde kapkaça uğrayan Prof. …….’ın olayı aydınlandı ama benimkinden sonuç yoktu!

Bir bilinmeyen el ve göz, beni izleyip mağdur ediyordu; ama kimdi?

Türkiye’nin “kumpas davaları” ile uyanması sürecinde, ben de kimler tarafından ve neden hedef alındığımı; hiçbir olayın neden aydınlanmadığının nedenini anlamış oldum!

Peki iktidara geldiği 2002’de Fetullah Gülen ve Cemaatı ile zımni koalisyon yapan AKP hükümetleri, 17|25 Aralık paylaşım anlaşmazlığı yaşamasaydı; FETÖ terör örgütünü kabul eder miydi? 

Devletin bütün kılcal damarlarına yerleşmiş olan Fetöcüler eliyle diken çıkarmaya devam etmez miydi? 

Teokratik yapının kurulup “emirül mümin” ile “halifelik” makamları anlaşmazlığı olmasaydı, “ne istendiler de vermedik” serzenişine rağmen 15 Temmuz yaşanır mıydı?

15 Temmuz, “Allahın bir lütfu” olarak kabul edilip OHAL ve KHK ile “dava” başarısına gidecek yapılanmalara gidilir miydi?

AKP eski milletvekili İhsan arsan; BBC Türk’te 25 Kasım 2020’de fütursuzca övünebilir miydi?  “… İlk aşamada askeri vesayet vardı, adım atamıyorduk. Ne zaman ki ciddi bir mücadeleyle askeri vesayeti ortadan kaldırdık, orada yılana sarıldık. İşbirliği yaptık. Tahmin etmediğimizden fazla onlar işin içine girdi. Hatta onlar lokomotif, biz arkada icraatta bulunduk. Sonra Fetö’nün vesayeti gündeme gelmeye başladı. Biz bunu fark ettiğimizde irkildik. Ondan sonra da tabii kıyamet koptu. O güne kadar hukuk içinde kalmaya azami dikkat gösteriyorken 15 Temmuz’dan sonra doğrusu panikledik ve olayın vahameti karşısında an ak yargıyı kullanarak başarılı olabileceğimiz kanaatına vardık. Onların yargıyı kullanırken kullandığı bütün taktikleri, araçları, biz kullanmaya başladık can havliyle. Her konuya müdahaleleri sözkonusuydu. Ne zaman ki onların bazı taleplerine hayır demeye başladık, onlar sertleşmeye başladılar. Kabullenemediler. Bazı olaylar oluyordu ama somut olarak dershanelerin kapatılması asıl kopuşu getirdi. Eğitim sistemini reforme etme adına ve vesayeti geriletme adına müdahale ettiğimizde çok sert tepki verdiler. Ben o dönemde bazı arabuluculuklarda bulundum ama çözülemedi ve gittikçe kavga büyüdü” açıklamasında bulundu!  

Hergün bir şeyh, bir imam, bir ilahiyatçı öğretim üyesi, bir vali veya bir profesyonel siyasetçi dini yönetim özlemini açıklıyor. TC rumuzu ile Atatürk portreleri resmi kurumlardan siliniyor. Devletin nişanlarından Atatürk silüetleri çıkarılıyor. Covit deccalına rağmen iktidar, gövde gösterileri yapıp diğer kesimlerin bir arada olmalarına ceza yağdırılıyor. 

Lozan tartışmaya açılıyor. Montrö’den çıkılması savunuluyor.

General düzeyinde bir kişinin tarikat evine gitmesi manşetlere çıkarılıp moral aşılanırken, Genelkurmay Başkanı ve diğer yüksek zevatın Atatürk ve laik cumhuriyete alenen hakaret eden bir fesliyi ziyareti olağanlaştırıldı!

Yasaların isteği değil, hükümetin “dava” gerçekleştirmesi için gerekenlerin yasalaştırılması isteniyor. Nitekim Türk Silahlı Kuvvetler talimatlarına göre “tehlike” olan “irtica” tehlike olmaktan çıkarıldı. Zaten AKP iktidarları sürecinde irticai nedenlerle TSK’dan ihraçların önü kapatılmıştı. Bu engin güvenlik ortamında FETÖ, darbe yapacak kadar terfih ve olanaklar bulmuştu.

Fetö’nün TSK’ya sızması suç gibi gösteriliyor. Ama TSK’nın diğer tarikatların arka bahçesi olması için yasal engeller de kaldırılıyor: Askeri okul ve kurslar yönetmeliğindeki Atatürk ve ilkeleri kavramları çıkarıldı. Sıra; KHK’larla yaratılan fiili durumun yasal hale getirilmesi gündemde. “Güvenlik Soruşturması ve Arşiv araştırması” ile ilgili yapılan değişiklik; 19 Şubat 2020’de Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilmişti. Usul gereği bir yıl beklenerek yeniden TBMM’e sunuldu. Fakat çoğunluk egemenliğinden o kadar çok emin idiler ki, faka bastılar. Muhalefet oylarının çoğunlukta olduğunu fark edemediler ve kanun ret edildi. Yeniden bir yıl bekleyeceklerine, partisinin infazcısı gibi davranan TBMM Başkanının hışımlı müdahalesiyle aynı kanunun ikinci kez oylanması meclise kabul ettirildi. Önümüzdeki Salı oturumunda oylama tekrarlanacaktır.

Bu kanun ne mi getiriyor?      

 “Güvenlik soruşturması ve Arşiv araştırması”, devlete alınacak elemanlar için hep vardı. 657 sayılı devlet memurları kanunu 8. Ve 481. maddeleri gereğidir. Ayrıca, Son şeklini de 1994’te almıştı. Israrla yasalaştırılmak istenen şekil ise, “irtica” kavramı tehlike olmaktan çıkarılıyor. Devlet görevi için alınacak kişilerin, eskiden olduğu gibi sadece o şahsı sorgulama yanısıra, O kişinin ana babası, kardeşleri, birinci ve ikinci derecedeki akrabaları ile eşinin ailesi ve birinci-ikinci derece akrabaları da araştırılacaktır. Zaten

Anayasa Mahkemesi’nin iptal gerekçesi de bu yüzdendir; şöyledir:

 “İptal edilen; araştırma için yapılan işlemlerin nasıl yapılacağının kanunla açıkça belirtilmemiş olmasıdır. Çünkü 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’nun 481. Maddesine aykırı bulmuştur. Zaten iptal gerekçesi, “Kamu görevlerine atanacak kişiler bakımından birtakım şartlar getirilmesi doğaldır. Kamu görevine atanmadan önce kişilerin güvenlik soruşturması ve araştırmasının yapılmasını öngören kural, kanun koyucunun takdir yetkisindedir. Ancak bu alanda düzenleme getiren kuralların kamu makamlarına hangi koşullarda ve hangi sınırlar içinde tedbirler uygulama ve özel hayatın gizliliğine yönelik müdahalelerde bulunma yetkisi verildiğini yeterince açık olarak göstermesi ve olası kötüye kullanmalara karşı yeterli güvenceleri sağlaması gerekir. Kişisel veri niteliğindeki bilgilerin alınmasına, kullanılmasına ve işlenmesine yönelik güvenceler ve temel ilkeler kanunla belirlenmeksizin bunların alınmasına ve kullanılmasına izin verilmesi de Anayasa’ya aykırıdır.”

Yani hukuki ilkelere göre araştırmanın yapılmasını, aksi halde kişinin şekil ve davranışını “fişleme” olacağını ifade ediyor. Ki insan haklarına, evrensel hukuk ilkelerine aykırılık olacaktır.

Ama şeklen demokratik usullerle TBMM’e giren partilerden AKP ile küçük ortağı MHP, kendilerini evrensel hukuk normlarına uymayı gerekli görmüyor. Bu yüzden iktidar partilerinin isteğiyle C. Savcılığı, onlar gibi usullerle TBMM’e girmiş olan HDP’nin kapatılma dilekçesi verdi. Fakat gerekli bilgi ve gerekçeleri taşımadığı için ret edildi. Bunun üzerine MHP Genel Başkanı, HDP’nin kapatılmasını istediği gibi, Anayasa Mahkemesi’nin de kapatılmasını istedi.

Rahmetli Talat Asal, sıklıkla partilerin kapatılmasını ilginç bir şekilde ifade etmişti: ”Partiler, musluk gibidir. Açar kapatırsın, kapatır açarsın” demişti.

Kendi dışında yetki paylaşmak istemeyen kişiliklerin iktidarlarında, kadınların ezilmesini önlemeye yönelik “İstanbul sözleşmesi” gibi; bütün demokratik kurumların da yok edilmesini istiyor! 

1839 yılından beri “az gittik, uz gittik, dere tepe düz gittik.” Ama ne yazık ki bir “bir kişi” yönetimine teslim olduk!

Gerçekten gerçekler bu memlekette ortaya çıkar mı? Bağımsız adaletten hak ettiğini bulacak mı?

Ne de olsa umut, yoksulun ekmeğidir…