Ortada sıra dışı bir durum yokken çalışıyormuş gibi görünen kurumların ve yöneticilerinin gerçek kapasiteleri ancak kriz anlarında ortaya dökülüyor. Deprem, sel, çığ, orman yangını gibi afetlerin boyutu biraz büyük olunca bizim kamu idaresinin hazırlıksızlığı, beceriksizliği ve koordinasyon eksikliği ortaya dökülüyor. Daha da kötüsü, meydana gelen felaketlerin hemen hepsinin oluşumunda iktidarın en azından ihmali net olarak ortaya çıkıyor.

Oturulmaz binalara ruhsat verildiğini depremlerde, dere yataklarını imara açtıklarını sel afetlerinde, yangınlara müdahale edecek hava araçlarımızın olmadığını orta üstü büyüklükteki orman yangınlarında öğreniyoruz.

Kontrollü medya ile ülkede her şeyin güllük gülistanlık olduğunu iddia edebilirisiniz. Olumsuzluklar varsa da bunların dış kaynaklı olduğunu, olağanüstü güçlere sahip bir lider tarafından yönetildiğimiz için tüm sorunların aşılacağı hikâyesini gece gündüz anlatabilirsiniz. Toplumun bir kesimi bu çocukça hikâyelere inanmayı tercih ediyor olabilir. Ancak iktidarın manipüle edemediği durumlarda hem yönetenler hem toplum sert gerçeklikle yüzleşmekten kaçınamıyor.

Ülkenin kurumsal kapasitesinin işlemez düzeyde tahrip olduğu gerçeği en çok kriz ve afet durumlarında ortaya dökülüyor. AKP iktidarı kurumsal tahribatı ile yüzleşmekten hiç hoşlanmıyor ve bu görünümü derhal örtmeye çalışıyor, ancak bu örtbas artık eskisi kadar kolay olamıyor.

Enflasyon ve işsizlik verileri gibi rakamlarla oynayarak gerçeklerin algısını bir ölçüde değiştirmek mümkün olabiliyor. Ancak (Merkez Bankasının 128 milyar dolar rezervi eritilse bile tutulamayan) dolar kurunun, ekonominin gerçek durumunu apaçık görünür hale getirmesini engelleyemiyorlar. Aynı şekilde, Orman Bakanı “çakmak yaksalar haberimiz oluyor, yangına müdahalede lider ülkeyiz" diyerek algıları yönetmeye çalışsa da, olası risk gerçekleşip ormanlar yandığında kapasitesizlik ve beceriksizliklerinin ifşa olmasını engelleyemiyorlar.

HATALARDA ISRAR VE SİSTEMİN GERİ DÖNÜŞSÜZ ÇÖKÜŞÜ
99’daki Büyük Marmara depreminde devletteki çaresizliği, çürümeyi görmüştük. 12 Eylül’ün başlattığı ve 80’li yıllardan beri süregelen devletteki tahribatı deprem gözler önüne sermişti. Bu denli yozlaşmış devlet yapısı artık sürdürülemezdi ve depremin ardından gelen ekonomik kriz sonrasında hükümet düşmüştü. AKP krizi fırsata çevirmiş ve 2002’de iktidara gelmişti.

80’lerde “iş bitirici” olmakla övünen ANAP’ın Turgut Özal’ı gibi AKP’nin Erdoğan’ı da 2000’li yıllarda iş bitirici olmakla çok övünürdü. Artık iş bitiricilik değil her işi berbat etme vasfı ile anılır oldu iktidar. 2000’ler öncesinde olduğu gibi şu anda da devlet yönetiminde çürümüşlük, kokuşmuşluk, hukuksuzluk, rejimin tıkanması, acil krizlere reaksiyon gösterememesi gibi tüm olumsuzluklar fazlasıyla yaşanıyor. Yaşanan krizlerden dersler çıkarmak yerine aynı hatalarda ısrara devam ediyorlar.

Krizler değerlendirilirken konu; olay öncesi, kriz anı ve sonrası diye üç bölümde incelenir.

  1.  Kriz öncesine bakarsak; (Bakan “çakmak yansa haberimiz olur” demişse de) devletin orta üstü büyüklükte bir orman yangınına hiç hazır olmadığı çok açık görüldü.
  2.  Kriz anına bakarsak; 17 Ağustos 1999 depremi 45 saniye sürmüştü fakat orman yangınları iki haftaya yakındır sürüyor ve devletin çaresizliği, yetersizliği çok net gözlemlendi.
  3.  Henüz kriz sonrası döneme geçemediysek de, şimdiden hiçbir hukuki-siyasal-yönetsel hatanın ve sorumluluğun üstlenilmeyeceği görülüyor. Yangınlar öncesinde ve sonrasında tüm süreçlerin mükemmel işletildiği, iktidarın hiçbir kusuru olmadığı söyleniyor. Böylece yaşananlardan ders çıkartılmayacağı da anlaşılıyor. Yanan orman alanlarının turizme, yerleşime ve madenlere açılmaları olasılığı ise maalesef çok ciddi bir risk olarak ortada duruyor.

TÜM KRİZLER VATANDAŞA HAVALE
Kendi sorumluluklarını sürekli halka tevdi eden yönetim anlayışını iyice pekiştirdiler. Yanlış politikaları ile yarattıkları tüm sorunları her seferinde halka havale etme yöntemi ile sorunların sebebinin aslında kendileri oldukları gerçeğini de örtmeye çalışıyorlar.

Tüm yaşanan sorunları dışsal etkenlerle açıklayan; hiçbir kabahati, kusuru, ihmali ve hatayı kabul etmeyen, üstlerine toz kondurmayan bir yönetim anlayışları var. Olayların neden-sonuç ilişkisi açıklamalarında tartışma konularını sürekli başka alanlara yayıyorlar. Sorumlulukları ise sürekli milletle paylaşma çabasına giriyorlar.

Kendi sorumluluklarını topluma yayarak tüm kusurları, öngörüsüzlükleri ve beceriksizlikleri örtbas etme kurnazlığını da “devlet-millet el ele” gibi şık bir klişe ile sunuyorlar.

* Büyütüp besledikleri FETÖ darbeye kalkışıyor, sorunu sokağa dökülen halk çözüyor;

* Deprem, sel, pandemi, orman yangını gibi felaketlerde sorunu, devletin verdiği iban numarasına para göndererek halk çözüyor;

* Pandemiyi yönetemeyen, iki tane maske dağıtmayı beceremeyen devlet “eve kapanıp hasta olmazsanız sorun kalmaz” diyerek tüm sorumluluğu halka yükleyerek sorunu çözmeye çalışıyor;

* Ekonomiyi yönetemedikleri için döviz kurları patladığında dolar bozdurma kampanyaları ile sorunu yine halk çözmeye çalışıyor;

* Orman yangınlarına müdahalede yetersizlik kaldıklarında derhal organize olan sivil toplum örgütleri ve gönüllü halk söndürmelere katılarak sorunu çözmeye çalışıyor vs…

SORUNLAR ÇÖZÜLEMİYOR ALGILAR YÖNETİLİYOR
Ülkemiz üzerinde oyunlar oynandığına, Türkiye’ye karşı iç ve dış saldırılar olduğuna ve bunlara karşı savaş verdiğimize, ama çok güçlü bir devlet olarak hepsi ile baş ettiğimiz gibi kurgusal iddialara toplumun bir kesimi inanabilir. Ancak deprem, pandemi, yangın gibi kurgusal olmayıp yaşanan gerçek olaylarda ülkeyi yönetenlerin gerçek kapasite ve becerileri ortaya dökülüyor.

Bu tür somut olaylardaki beceriksizlikler iktidarın anlatageldiği gücünü ve kudretini derinden zedeleyen gelişmeler oluyor. Bu yüzden iktidar tüm enerjisini krizle mücadelede başarılıymış gibi görünmesini sağlayacak siyasal iletişim araçlarına veriyor.

Sivil toplum, bağımsız medya mecraları ve vatandaşlar devletin ve bürokrasinin sahadaki acziyetini ve koordinasyonsuzlukları görüp bunları sosyal medyada etkili şekilde paylaştılar. Bu bilgi akışının artık kesilmesi gerekiyordu. Bunun için Marmaris’ten canlı yayın yapan Halk Tv programı AKP’li fanatiklerce saldırıya uğruyor. RTÜK başkanı bu yüzden yayıncı kuruluşlara tehdit içerikli yazılar göndererek yangınları değil sönen yerleri göstermeleri talimatını veriyor. Bu yüzden Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı tüm bakanlıklardan daha etkin çabaları ile öne çıkıyor. Son olarak da Erdoğan bunun için, resmi görevliler hariç artık kimsenin orman yangınlarına müdahaleye katılamayacağını açıklıyor.

Gerçek bilgilerin yayılmasını engellemek dışında toplumsal ayrışmanın kışkırtılmasından da medet umuluyor. Demokrasi karşıtı yönetim anlayışı demokrasi karşıtı seçmen kitleleri oluşturdu, geliştirdi ve bu kitle ülkenin kaderini önemli ölçüde tayin eder güce ulaştırıldı. “Bir toplum gerçeklerden ne kadar uzaklaşırsa; gerçeği söyleyenlerden o kadar nefret eder” diyor George Orwell. Onlar ülkede sorun olmadığında ısrarlı olunca çözüme de ihtiyaç yokmuş gibi davranıyorlar ve buna ikna olmuş seçmen kitlesi sorunlar olduğunu söyleyen kitleye düşman hale getiriliyor.

Bu ayrışmalarda ortaya çıkan cümbüş ve gürültü içinde bürokrasi ve siyaset kurumunun beceriksizliklerini, olayların neden ve sonuç ilişkilerini kamufle etmeye çalışıyorlar.

ÇÜRÜMÜŞLÜK VE SORUMSUZLUK
Cumhurbaşkanlığı Hükümet sistemi denilen bu ucube sistemin en önemli niteliği, yönetenlerin tam bir (defakto) sorumsuzluk halinde olmalarıdır. İktidar ülkedeki tüm sorun alanlarında hiçbir dahli ve bu sorunlarla baş etme çabasındaki beceriksizliklerde de en ufak bir kusuru olmadığı iddiasında. Bu yüzden ne siyasi, ne idari ne de hukuki açılardan hiçbir sorumludan asla hesap sorulamıyor.

Ülkede herkes her şeyden sorumlu, ancak iktidar ve yönetim kadroları hiçbir şeyden sorumlu değil. Kısacası; ‘örgütlü bir sorumsuzlukla’ karşı karşıyayız. Bu tercih edilmiş ve kurumsallaşmış sorumsuzluk ve duyarsızlıklar, felaketlerle yüz yüze kalan insanlardaki öfkeyi artırıyor.

Belçika’da önceki hafta en az 38 kişinin ölümüne yol açan sel felaketi sonrasında bir yargıç “yetkililerin ihmallerinin araştırılması için kasıtsız cinayet soruşturması” açtı. Bu soruşturmada 'öngörüsüzlük ve yetersiz önlem kaynaklı kasıtsız cinayetlerden' kimin sorumlu olduğu soruşturulacakmış. “Bu hukuk ülkemizde de tüm afetlerde ve facialarda işletilse siyasetten ve bürokrasiden dışarıda çok az insan kalırdı” dediğinizi duyar gibiyim. Öyle değil de şöyle bakalım; böyle bir hukukun işlediği ülkede bu kadar bariz ihmal ve hatalar yapılmazdı zaten.

Ülkemizde hukukun yalnızca muhaliflere işliyor olması, iktidar gücünü arkalarında hissedenlerin cezasızlık algılarının iyice pekiştiriyor. Bu fiili cezasızlık durumu, tüm faciaların sonuçlarının daha da ağır olmasına sebebiyet veriyor ne yazık ki.

ÇÖZÜM ÜRETEMEYENLER DEĞİŞİMİN ÖNÜNÜ TIKIYOR
Ölen hayvanları kırmızı ve beyaz et, yanan evleri yeniden yapılacak beton yapılar, yanan ormanları fidan ya da bina dikilecek boş araziler olarak gören, empatiden tümüyle yoksun bir anlayış tarafından yönetiliyor ülke. Zaten empati hakim olsaydı böylesi bir rejim de kurulamazdı ülkede ve deprem, sel, yangın mağdurlarının kafalarına çay torbaları atılmazdı.

AKP devleti içten içe çürüttü ve onun yerine kendini koydu. Hiçbir konuda çözüm üretemeyen yönetim, çareleri üretecek olan sosyal-siyasal değişim ve dönüşümün de önünü kesiyor. Koskoca ülke ve toplum, iktidarın geleceğinin teminatı olarak rehine durumuna dönüştürüldü. Demokrasi sorunların çözülmesi için yeni siyasi seçenekler sunar. Ancak onlar sorunları çözecek olan değişimleri kendi iktidarlarının sonunu getirecek riskler olarak görüyorlar. Ülkenin geleceğini karartmak pahasına da olsa çözümlerin önünü cebren tıkayarak yepyeni felaketlere zemin hazırlıyorlar.