Merhaba sevgili okuyucularım;
Unutmanın Bedeli: 6-7 Eylül Olayları
Roller değişsede değişmeyen tek şey acılar
“Gece yarısına doğru şehrin sesi değişti. Çığlıklar, cam kırılmaları, sloganlar birbirine karıştı. Sokaklar, sabahın ilk ışıklarında tanınmaz haldeydi.”
1955’in 6-7 Eylül gecesi, İstanbul yalnızca bir pogrom değil, aynı zamanda hafızasına kazınmış en karanlık sayfalardan birini yaşadı. Azınlıkların evleri, iş yerleri, ibadethaneleri hedef alınmış; binlerce yıllık komşuluk bağları bir gecede paramparça edilmişti.
Kamyonlar mahalle aralarına yanaşıyor, dükkanlar boşaltılıyor, evlerden çıkarılan eşyalar yerlere saçılıyordu. Dereboyunu ikiye bölen bugünkü Dereboyu Caddesi o yıllarda hâlâ dereydi*; dükkanlardan atılan yiyecekler, içecekler, meyveler ve mallar derenin yatağını doldurmuştu. Şehrin ortasında bir çöp nehri akıyordu sanki.
Ev sahipleri, saldırılardan kurtulmak için kapılarına Türk bayrağı asıyordu. Ancak bu işaret çoğu yerde fayda etmedi. Bayrak asılı evler bile yağmadan kurtulamadı. Sabah olduğunda birçok Rum, Ermeni ve Yahudi aile, evsiz, dükkanını kaybetmiş ve en önemlisi güven duygusunu yitirmiş haldeydi.
Ve en acısı: Birçok Rum, o gece evinden çıktıktan sonra bir daha geri dönemedi. Evleri yoktu, dükkanları sahip değiştirdi. Bir sabah uyandıklarında komşularının artık orada olmadığını görenler, bir daha onlarla aynı sokakta karşılaşamadı.
Yine de insaniyetini kaybetmeyenler vardı. Bazı Müslüman komşular, Rum ve Yahudi aileleri evlerinde sakladı. Kimileri çatı aralarında, kimileri bodrumlarda geceyi korku içinde geçirdi. “Komşuluk” kelimesinin gerçek anlamı, işte o zor zamanlarda gizlice koruyan, saklayan, sahip çıkanlarla yaşadı. Ama bu dayanışma örnekleri, olayların büyüklüğü karşısında küçük adacıklar olarak kaldı.
Olayların boyutu mahallelerle sınırlı kalmadı. İstanbul’un kalbi olan Bankalar Caddesi ve İstiklal Caddesi baştan sona yağmalandı. Geceleri ışıl ışıl vitrinleriyle şehre canlılık katan mağazalar, sabah olduğunda kırık cam yığınları ve yağmalanmış mallarla doluydu. Kumaş balyaları, kitaplar, mobilyalar, hatta piyanolar sokak ortasına atılmıştı. Cadde, bir savaş sonrası yıkıntısı gibiydi.
Ve belki de en sarsıcı olanlardan biri: Mezarlıklar bile saldırıya uğradı; mezar taşları parçalandı, bazı mezarlar açıldı. Ölülerin kemikleri çıkarılıp yerlere saçıldı, hatta yakıldı. Bu, sadece yaşayanlara değil, ölülerin hatırasına da yapılmış bir saldırıydı. Toprağın altındaki huzur bile o gecenin öfkesiyle paramparça edildi.
Tüm bunlar tesadüf değildi. Selanik’te Atatürk’ün evine bomba atıldığına dair yayılan yalan haber, kalabalığı sokağa dökmenin bahanesi olmuştu. Daha sonra bombanın patlamadığı, haberin kışkırtma amaçlı uydurulduğu ortaya çıktı. Ama iş işten geçmişti. İstanbul galeyana getirilmiş, yıllardır aynı sokaklarda yaşayan insanlar birbirine düşman edilmişti.
6-7 Eylül, yalnızca malların, dükkânların, evlerin yağması değildi. Aynı zamanda insanların aidiyet duygusunun, bu şehirde eşit yurttaş olarak yaşama hakkının yok edilmesiydi. Ve belki de en acısı: ölüye bile saygının yok edildiği bir geceydi.
Bugün hâlâ o sokaklarda yürüyoruz. Ama vitrindeki cam kırıklarının, dereyi dolduran yiyeceklerin, bayrak asılı halde yağmalanan evlerin, evine dönmeyen Rum komşuların ve kemikleri saçılmış mezarların hayaleti hâlâ oralarda dolaşıyor.
Tarih, unutulduğunda tekerrür eder. 6-7 Eylül’ü hatırlamak, yalnızca Rumların, Ermenilerin, Yahudilerin değil; hepimizin görevidir. Çünkü o gece yaşanan karanlık, yalnızca onların değil, hepimizin vicdanına düşmüş bir gölgedir.
Sevgili okuyucular, bir sonraki yazıda görüşünceye kadar sağlıcakla kalın.