Anadilde ibadete karşı çıkanlar hangi savları ileri sürüyorlar; iyice anlaşılsın diye  olabildiğince anlaşılır bir biçimde aktaralım…

Diyorlar ki, “namazda Kur’an’dan bir bölüm okumak yahut Kur’an’dan birkaç söz / ayet okumak namazın namaz olabilmesi için şarttır.

Okunması gereken, Kur’an’dır. Ve hiçbir tercüme “Kur’an” ünvanını taşıyamaz. Tercüme, tercümedir.  O halde Kur’an’ın tercümesinin okunmasıyla kılınacak bir namaz kesinlikle namaz değildir.

Bu anlayışa göre zaten Kur’an da başka bir dile gereğince tercüme edilemez. Zira hiçbir dil Arapça kadar derin anlamlı ve Arapçadaki manaları karşılayacak denli varsıl değildir. Ayrıca Kur’an’daki Arapça Allah kaynaklıdır. Kur’an’daki dil bir nevi Allah’ın dilidir. Allah’ın dilini karşılayacak yeryüzünde başka bir dil de yoktur.”

Eğer bu yaklaşımları doğru kabul edersek o zaman şu noktaya ulaşmamız kaçınılmazdır:

İslam ve onun kutsal kitabı olan Kur’an, Allah tarafından yalnızca Araplara gönderilmiş yerel bir dindir ve yerel bir kitaptır. Başka halklara mensup kişilerin Müslüman olabilmesi için Araplaşması kaçınılmazdır. Araplık ve İslam birbirinden ayrılamaz. İslam ve Kur’an, bütün insanlığa hitap ediyor değildir. Kur’an’ın ve İslam’ın evrenselliğinden bahsedilemez.

Ne var ki Kur’an böyle demiyor.

Bütün insanlığa sesleniyor. Her ne kadar bazı yerel, konjonktürel sözleri / ayetleri olsa da Kur’an evrensel ve zaman üstü bir kitaptır. O halde onun bütün insanlığa ulaşması gerekir. Bunun için de tercüme edilmesi lazımdır. Bu bağlamda tercümenin Kur’an’ın yerine geçmeyeceğini söylemek Kur’an’ın Araplar dışında hiçbir halka ulaşması mümkün değildir, demektir.

Bu nedenle Kur’an üzerinden Arapçayı ve Arapçanın Kur’an’daki halini bir nevi Allah’ın dili şeklinde nitelemek şirktir. Bu öyle bir şirktir ki en şiddetli küfürden / kafirlikten bile sarsıcıdır.

Onların iddia ettiklerinin aksine Kur’an, Allah’ın kelamı değildir. Zira Allah’ın kelamı olmaz. Allah’a kelam izafe etmek onu insanlaştırmak hatta Araplaştırmaktır. Oysa biliyoruz ki Kur’an anlam ve kavram olarak Allah’a aittir. Söz yani kelam olarak ise Hazreti Muhammed’e aittir.

Kur’an’ın başka dillere çevrilemezliğini yahut çevirilerin Kur’an sayılamayacağını savunmak açıkça Kur’an’ı putlaştırmak ve tabu haline getirmektir. Oysa Kur’an her türlü putçuluğa karşı çıkıyor. Böyleyken kendisinin putlaştırılmasına / tabulaştırılmasına nasıl rıza gösterir? Böyle bir şeyi savunmak kesinlikle akla ziyandır. Kur’an, Yunus Bölümü 100. Sözde, Allah’ın, aklını işletmeyenlerin üzerine pislik yağdıracağını söyleyen bir kitaptır.

Tekraren ifade edelim ki Kur’an, her dile çevrilebilir. Çeviriler de Kur’an sayılır. Arapça, Kur’an’ın gönderildiği dönemdeki diller içinde en zengin dildir şeklindeki iddia da tarihsel olarak yanlıştır. Zira o dönemde Arapçadan çok daha gelişmiş ve zengin diller vardı. Söz gelimi Latince, Yunanca, Farsça, Hintçe ve Türkçe gibi…

Öte yandan Kur’an’ın çevirisi, Kur’an yerine geçmez demek aslında Hazreti Muhammed’in döneminde yaşanan bazı hadislerle de geçersizlenmiş bir iddiadır.

Şöyle ki;

O dönemde Kur’an’ı Kureyş lehçesiyle okuyamadığını belirterek Hazreti Muhammed’e başvuran kişilere sevgili peygamberimiz kendi lehçeleri ile okuyabileceklerini söylemiştir. Yani Kureyş’in kullandığı kelimeler ve telaffuzlar yerine başka kabilelerin kullandığı kelimeler ve telaffuzların söylenmesinin Kur’an’ı, Kur’an olmaktan çıkarmayacağını bizzat Hazreti Muhammed belirtmiştir. Bunun üzerine o dönemde Kur’an, sadece Kureyş lehçesiyle değil birkaç değişik lehçeyle okunur olmuştur. (bk. Ebu Davud, vitr 22; Nesâî, iftitah 37)

Hazreti Muhammed’in bu izninin bizim için anlamı; Kur’an’ı okuyuşa yani kıraate, anlamdaş sözcüklerin girmesi ve telaffuzların değişmesidir. Bu gerçek; “Kur’an’ın çevirisi Kur’an değildir, onunla namaz kılınmaz!” şeklindeki tezi yerle bir eden bir gerçektir. Zira peygamberimizin verdiği izinle ortaya çıkan sonuç bir tercümedir, yani çeviridir. Kur’an Kureyş lehçesinden öbür kabilelerin lehçelerine çevrilmiştir. Ve o kabilelerin mensupları namazlarını kendi lehçelerinde kılmışlardır.

O halde anadilde ibadete karşı çıkanlara göre bu sahabîler din dışı bir iş mi yapmış oldular?! Zira onlara göre Kur’an’ın özgün metni, özgün telaffuzu asla değiştirilemez, başka bir dile, lehçeye çevrilemez! Bu anlayışa göre demek ki o sahabilerin kıldıkları namaz geçersizdir, öyle mi?

Bu hususta Abdülaziz el – Buharî’nin (ölm.730/1330) Hanefi fıkhı adına dile getirdiği şu sözler dikkate alınırsa aslında sorun ortadan kalkar ve Hazreti Muhammed’in verdiği izindeki evrensellik anlaşılmış ve hedefine ulaşmış olur.

Abdülaziz el- Buharî şöyle diyor:

“Arapların, Kur’an’ı kendi lehçelerinde okuması caiz ise başka milletlerin de kendi dillerindeki çeviriyi okumaları caizdir.”(Abdülaziz el-Buhari, Keşfu’l- Esrar An Usûli’l-Pezdevî 1, Beyrut, 1994, s. 24)

Anadilde ibadete şiddetle karşı çıkanların istismar ettikleri bir Kur’an sözü / ayeti üzerinde de biraz durmakta yarar var.

Mücevher Bölümü 3. Sözde / Zuhruf Suresi 3. Ayette şu ifadeler geçiyor:

“Biz Kur’an’ı, Arapça bir Kur’an olarak gönderdik!”  Özgün metinde; “ Kur’anen Arabiyyen” ifadesi var. Bu ifadenin, çevirilerin Kur’an olarak nitelenmesine engel oluşturduğu şeklindeki bir görüş anadilde ibadete karşı çıkanlarca bir hayli kullanılıyor. Oysa bu ifade, Kur’an’ın çevirisinin Kur’an sayılmayacağına değil sayılacağına delildir. Çünkü bu ve benzeri sözlerde / ayetlerde “arabiyyen”  yani (Arapça olarak) sözcüğü, geçtiği her yerde Kur’an’ın sıfatı olarak kullanılmıştır. Yani bu sözlerde / ayetlerde Kur’an daima mevsuf / nitelenen “arabiyyen” sözcüğü ise daima sıfattır.  Biliyoruz ki Arap dili gramerine göre, sıfat mevsufla aynı değil gayrıdır. O halde, Arapça olma hali Kur’an’ın kendisi, aslı değil, değişebilecek niteliklerden biridir. (Yaşar Nuri Öztürk, Anadilde İbadet, s. 111)

 Bu izahtan da bir kez daha açığa çıkıyor ki, Kur’an o Arapça lafızların kendisi değil o lafızların taşıdığı manadır. Ve esas olan lafızlar değil manalardır. O manaların illaki Arapça lafızlarla ifade edilmesi gerektiği gibi bir zorunluluk da asla söz konusu değildir.

Bu izahı daha da güçlendirecek tarihsel bir aktarıma daha yer verelim…

Sahabenin en önde gelen Kur’an ehli kimselerinden olan Mesud oğlu Abdullah (öl. 32/652), Ka’b oğlu Übey (ölm. 30/650) ve Malik oğlu Enes (ölm. 90/708) Kur’an lafızlarının eş anlamlı başka sözcüklerle okunmasına cevaz vermişlerdir. Söz gelimi, Duman Bölümü 44. Sözde/ Duhân Suresi 44. Ayette geçen “Günahkârların yemeği” ifadesindeki “günahkâr” anlamını veren “Esîm” sözcüğünü telaffuz edemeyen kişiye Mesud Oğlu Abdullah, “Esîm” yerine aynı anlama gelen “fâcir” kelimesini kullanmasını söylemiştir. Aynı kişi, Dişi Sığır Bölümü 20. Sözdeki / Bakara Suresi 20. Ayetteki “meşev” (yürüdüler) ifadesi yerine “merrû” denmesine,  Örtünüp Bürünen Bölümü 6. Sözdeki / Müzzemmil Suresi 6.Sözdeki “etkili- isabetli” anlamına gelen “akvem” yerine “asdak” kelimesinin kullanılmasına cevaz vermiştir.  (Yaşar Nuri Öztürk, age, s.112)

Bu örnekler, sahabî kuşağının önde gelen Kur’an eğitici ve öğreticilerinin uygulamalarını yansıtmaktadır. İşte bu uygulamalar üzerine her türlü ciddi ve yaşamsal içtihat oluşturulabilir. Nitekim oluşturulmuştur da…

Sözün özü; Kur’an’ın başka dillere çevrilemeyeceği, çevrilse bile çevirinin Kur’an sayılmayacağı dolayısıyla çeviri ile namaz kılmanın geçerli olmayacağı yönündeki görüşler, Kur’an’a, Nebevî uygulamaya, sahabî pratiklerine ve İmamı Azam gibi büyük İslam bilginlerinin fetvalarına aykırı ve temelsiz görüşler olup Arapçı ve Arapçacı amaçlardan kaynaklanan saplantılardan ibarettir.

Biz hususta tam bir gönül rahatlığı ve yürek temizliği içinde anadilde ibadeti savunuyor olduğumuzu bir kez daha ifadeye dökelim ki, bir insan hakkı olan inanç ve ibadet özgürlüğüne içtenlikli bir katkıda bulunmuş olalım.

Evet, anadilde ibadet temel bir insan hakkıdır. Bu hak, insanî olduğu kadar İslamî ve vicdanî bir haktır. Bu hakkı engellemek hiçbir biçimde insafa, izana ve irfana sığmaz, sığdırılamaz.