Değerli okurlar,

Bu yazıda uzun zamandır zihnimi kurcalayan bir konuyu irdeleyeceğim.

Kanımca günümüz CHP'si hem Atatürkçü çizgiden hem merkez solda durmaktan artık çıkmış bir parti.

Günümüz CHP’si göze nasıl görünüyor ?

CHP kuruluşundan beri Mustafa Kemal Atatürk’ün liderliğini, Cumhuriyet’in ilkelerini ve "Altı Ok" ideallerini miras almış, aynı zamanda 1960’larda sosyal demokrasi çizgisine yaklaşmıştı. Sınıf-emek temelli söylemlerle "sol" kimliğini de benimsemişti.

Bugünse "kemalist cumhuriyetçi ilkeler"e atıf yaptığı gibi neoliberal ve merkez-sol söylemlere de açılıyor. Dolayısıyla benim gözlemimde "kendi özgün kimliğini yitirmiş" durumda. Arılığını yitirmiş bir ideoloji yürütüyor. Ne Atatürkçü çizgide ne de merkez solda. Öte yandan ülkenin kurucu devlet yapısının partisi olarak ulusal bağımsızlık, bilimsellik gibi anahtar değerleri de temsil ettiğini söylüyor.

Kısacası CHP’nin laiklik, tam bağımsızlık, kamuculuk, üretim, emek, anti-emperyalizm gibi değerleri somut olarak savunmadığı ortada. Bunları Atatürkçü çizgiyle yeniden özdeşleştirmesi ve parti programında, söylemlerinde ve eylemlerinde daha net biçimde göstermesi gerekiyor.

Ancak bu çözülme, Türkiye’de solun genel yönelimini anlamak açısından da önemli, çünkü CHP’nin yaşadığı ideolojik dağınıklık, daha geniş bir sol belirsizliğin parçası olarak görülebilir.

Atatürkçü perspektiften Türkiye’de Sol

Türkiye’de solun, anti-emperyalizm ve barış kavramları çevresinde biçimlenişine, Atatürkçü perspektiften baktığımda, bir çelişkiler zinciri dikkatimi çekiyor.

Bilindiği gibi Atatürkçü miras, ulusal bağımsızlığı bir ideoloji değil, bir varoluşsal zorunluluk olarak görür. Atatürkçülük Kurtuluş Savaşı’nın pratiğinde sınanmış bir anti-emperyalizmdir. Gene de sol hareket kendisiyle Atatürkçü miras arasında bir uzaklık bırakır. Gördüğüm kadarıyla sol, bu tarihsel mirasın anlamını kendi ideolojik dilinde farklı biçimlerde yeniden üretmiştir. Atatürk’ün anti-emperyalist mücadelesinin anlamını, tam olarak korumadan kendi ideolojik diline aktarmıştır. Kurtuluş Savaşı’nın tarihsel mirasıyla sosyalist düşünce arasında doğal bir süreklilik gelişememiştir diye düşünüyorum.

Cumhuriyet’in kuruluşundaki temel ilke, bağımsızlıkla birlikte aklın, bilimin ve kamusal vicdanın egemenliğini sağlamak değil miydi ? Emperyalizm yalnızca dış güçlerin askerî ya da ekonomik zorbalığı değil, aynı zamanda bu güçlerin zihinsel işgal biçimi değil miydi ? Bu nedenle Atatürk devrimleri, Türk ulusunun "bağımsız düşünebilme" gücünü oluşturmayı amaçlamamış mıydı ?

Okuduklarımdan gördüğüm, anladığım kadarıyla, Türkiye solu 1960’lardan başlayarak emperyalizmi çoğu zaman yalnızca ekonomik ya da bir dış politik olgu olarak değerlendiriyor. Bu süreç içinde "ulusal bilinç" kavramı, özellikle 1968 kuşağının enternasyonalist eğilimleri içinde kimi çevrelerde "milliyetçi" bir yaklaşım olarak görülüyor. Dolayısıyla bağımsızlık fikrinin kültürel ve tarihsel boyutu, sol söylem içinde çoğu zaman sınıf mücadelesi ekseninde, ikinci planda tartışılıyor. Demek istediğim ulusal egemenlik vurgusu, ekonomik analizlerin arkasında silik kalmakta. Bu kayma Atatürkçülüğün ulusal egemenlik vurgusuyla, solun evrenselci dili arasında, derin bir ara yaratıyor.

Bugün bu uzaklığın yansımalarını TKP, TİP ve HDP/DEM Parti çizgilerinde görüyoruz. Türkiye’nin NATO’dan çıkmasını, Batı blokundan kopmasını savunan TKP, Atatürkçü bağımsızlık ilkesiyle en fazla örtüşen sol çizgi. Bununla birlikte, emperyalizmi özellikle ekonomik bağlamda ele alarak, onu kapitalizmin küresel aşaması olarak tanımlıyor. TİP, daha demokratik-sol bir yolda, anti-emperyalizmi ekonomik bağımlılıkla sınırlıyor, ulusal karaktere ikincil bir önem veriyor. HDP/DEM Parti ise kimlik merkezli söyleminde ulus-devleti eleştiriyor. Emperyalizme karşı doğrudan bir siyasal pozisyon geliştirmiyor. "Barış" kavramını halkların kardeşliği üzerinden kurarken, hangi güç dengeleri içinde gerçekleşeceği sorusunun yanıtını açık bırakıyor. Yani barışı devletler arasındaki bir anlaşmadan çok, toplumlar -özellikle Türk ve Kürt halkları diye ayırarak- aralarındaki eşitlik ve ortak yaşamın yeniden kurulması olarak görüyor. Fakat uluslararası ve ulusal güç dengeleri içinde bunun nasıl mümkün olacağına, sözün özeti "gerçek siyasal koşullara" açıklık getiremiyor. Jeopolitik bağlamda belirsiz kalarak ele alıyor.

Anadil konusunda ulus-devletlerin tarihi

Ulus-devletlerin tarihine şöyle bir bakalım.

Fransa, Almanya ve Türkiye örneklerinde görüldüğü gibi -barışın, ortak bir resmî dil ve yurttaşlık bilinci çevresinde kurulduğu apaçık. Fransa, "Cumhuriyetin dili Fransızcadır" ilkesini, toplumsal eşitliğin önkoşulu olarak kabul etmiş.

Almanya’da federal sistem bile Almanca birliğini korumakta.

Türkiye de benzer biçimde Türkçeyi ortak kamusal alanın dili olarak tanımlamış. Birbirinden farklı kimliklerin varlığını yadsımadan, yurttaşlığın ortak zeminini, dilde, eğitimde ve kamuda eşitlik üzerinden kurmuş.

Bu tarihsel gerçeklik, barışın yalnızca kimliklerin yan yana varlığıyla değil, ortak bir kamusal bilincin paylaşılmasıyla sürdürülebileceğini gösteriyor.

Unutmayalım !

Ulus-devlet, dil ve eşit yurttaşlık arasındaki bağlar zayıfladığında, barış söylemi, kesinlikle emperyal güçlerin işe karışmasına hatta el koymasına açık hale gelir.

Bugün bulunduğumuz noktada, emperyalizmin bölgesel barış söylemleri, kendi çıkar haritasını koruma amacında. Enerji yolları, stratejik üsler, finansal bağımlılık mekanizmaları ve kültürel nüfuz politikalarıyla biçimlenen bir düzenin ortasındayız. Türkiye bağımsız karar alma yetisinden uzaklaşmış durumda. "Barış" adı altında kurulan yeni dengelerde Türkiye, kendi coğrafyasındaki üretim gücünü, bilimsel birikimini ve kültürel öncülüğünü yitirme tehlikesiyle karşı karşıya.

Atatürk’ün "ekonomik bağımsızlık olmadan siyasal bağımsızlık olmaz" sözü, bugün yeniden anlam kazandı. Çünkü emperyalist barışın bedeli, ulusal egemenliğin sessiz tasfiyesine doğru yol alıyor.

Atatürkçü eleştiri devreye girmesin mi isteniyor yoksa ?

Barış, emperyalizmin gölgesinde kurulamaz çünkü barış bağımsızlıktan doğar. Tersi olmaz.

Lozan Barışı, Sevr’in esaretini reddederek kazanılmadı mı ?

Günümüz solundaki bazı yaklaşımlar neden emperyalizmin bölgesel dengeleriyle uyumlu bir "yumuşak barış" anlayışına yöneliyor ?

Bu, barışın özünü değil, biçimini korur yalnızca.

Gerçek barış, ulusal egemenliği ortadan kaldırmayan, toplumsal eşitliği güvenceye alan bir olgu değil mi ?

Barış ancak laiklik, özgürlük ve üretim temelinde anlam kazanmaz mı ?

TKP’nin üretim ve sınıfsallık eksenli anti-emperyalist yaklaşımı, tarihsel olarak tutarlı görünebilir ancak Atatürkçü düşüncenin toplum kurma boyutunu eksik bırakmaktadır.

TKP, üretimi yalnızca ekonomik bir kategori, sınıfı ise tek belirleyici özne olarak ele alıyor. Atatürkçülük ise üretimi aynı zamanda ulus inşasının kültürel temeli olarak görüyor. Atatürk’ün sanayi, tarım ve eğitim politikaları, yalnızca emek sömürüsünü değil, cehaleti ve geri kalmışlığı da hedef almıştır. Bu nedenle "üretim" yalnızca sınıfsal değil, ulusal bir aydınlanma görevidir.

TKP’nin ekonomizm eğilimi, Atatürkçü üretim biçiminde, ideolojik-kültürel yönü gölgede bırakmakta. Oysa laiklik, özgürlük ve üretim birbirini tamamlayan toplumsal devrim halkaları değil mi ?

Atatürkçü yaklaşım, sınıf bilincini ulusal bilincin yerine koymaz. Sınıf bilincini ulusal bilinçle bütünleştirir.

Devrim olgusuna karşılaştırmalı yaklaşım

Yaptığım araştırmaya göre şu farklar ortaya çıkıyor :

Atatürk devrimleri, ulusal kurtuluş ve modernleşme karakteri taşıyor.

Marksist devrimse sınıf mücadelesi temelli.

Atatürkçülük "devleti kuran", Marksizm "devleti aşan" devrim anlayışı.

Atatürkçü düşüncede devrim, toplumsal bilinç devrimi. Bu şu demektir : Eğitim, kadın hakları, laiklik ve üretim yoluyla bir dönüşümdür.

Marksist devrimse varolan düzenin yıkımıyla gerçekleşen bir kopuştur.

Türk toplumu, Atatürk devrimlerini bir meşru aydınlanma süreci olarak algılar.

Oysa Türk toplumunda, Marksist devrim, yıkıcı kopuşu gösterir.

Bununla birlikte iki düşünce arasında güçlü bir ortaklık da var : Bu ortaklık bağımsızlık, kamuculuk ve halk egemenliği.

Kanımca, TKP’nin üretimci damarıyla Atatürkçü kamuculuk arasında, kültürel bir sentez kurulabilir.

Bu sentez, Cumhuriyet devrimlerinin tarihsel birikimiyle, sosyalist devrim anlayışının halkçı ve üretimci damarını buluşturarak, bugünün koşullarında yenilenmiş bir toplumsal dönüşüm idealine işaret edebilir.

Atatürkçü düşünce, ulusal bağımsızlıkla toplumsal ilerlemenin birbirini zorunlu kıldığını vurgulamıştır. Öyleyse bugün yapılması gereken, Atatürk’ün tanımladığı "tam bağımsızlık" anlayışını yeniden düşünmektir. Bu anlayış, ne katı bir merkeziyetçiliği ne de küresel güçlerin çokkültürcülük adı altında yürüttüğü kültürel el koymayı kabul eder.

Gerçek barış, bu topraklarda yaşayan herkesin aynı cumhuriyetin eşit, özgür ve üretken yurttaşları olarak ortak kader bilincinde buluşmasıyla gerçekleşebilir diye düşünüyorum.

Özetle

Türkiye solunun farklı damarları -özellikle TKP’nin kamucu ve üretim merkezli çizgisi- Atatürkçü düşüncenin birçok yönüyle kesişiyor.

Ama dikkat edilecek bir nokta var.

O da şudur: Bu "ortaklaşalık" barış ve bağımsızlık kavramlarının aynı tarihsel bilinç içinde yeniden tanımlanmasıdır.

Atatürkçülüğün kültürel, laik ve ulusal boyutunu, TKP kendi ekonomik ve sınıfsal analizleriyle bütünleştirdiği ölçüde, Türkiye’de emperyalizme karşı gerçek bir toplumsal direnç hattı kurulabilir düşüncesindeyim.