Diyanet İşleri Başkanlığı topluma “isyan etmeyin, maddi ve manevi sıkıntılar alın yazısıdır” türünden soyut telkinlerini bir üst seviyeye taşıdı ve somutlaştırdı. Halka, alışverişlerini pazarın kapanma saatlerine denk getirmeleri tavsiyesinde bulunmak suretiyle bir sosyal hizmeti daha yerine getirmiş oldu. Diyanet kurumunun iktidarın siyasal amaçlarına ve beklentilerine uygun hutbe ve fetva üretim merkezi haline getirilmesi konusunu “kimin diyaneti” başlıklı yazımda ele almıştım. Bu yazıda ise diyanet’in kendini aşarak, etkin ve somut sonuçlar öneren hamlelerinden bahsedeceğim biraz.

Diyanet artık sadece sabır, tevekkül ve teslimiyet gibi inancın vaaz ettiği dini telkinlerle yetinmediğini gösterdi, günlük yaşam pratikleri içeren tavsiyeler aşamasına geldi! Vatandaşlarımız Diyanet’ten şimdi de "kombilerinin daha az doğal gaz yakılarak ekonomik kullanımı" ve "daha az yiyerek sağlıklı ve dengeli beslenmenin ipuçları" ile ilgili tüyolarını da bekliyor! Şaka yapıyorum gibi gelebilir, ama hiç öyle demeyin. İktidar medya kaynakları bu konularla ilgili topluma habire tavsiyelerde bulunuyor zaten, ama yüzde 99’u Müslüman olan halkımız için hiçbir medya organı Diyanetimiz kadar etkili ve inanılır olamaz, değil mi?

ALIŞVERİŞTE KAST SİSTEMİ
Bilindiği gibi pazarcılar satamadıkları meyve sebzeleri pazar bittiğinde çöpe atarlar, çok yoksul insanlar da bunları çöplerden toplarlar evlerine götürürler. Çöpten beslenme türü yoksulluk bu ülkede azalmadı, daha da arttı. Ancak değişen çok önemli bir şey daha oldu. Pazarcılar satamayıp döktükleri meyve sebzeleri artık ikiye ayırıyorlar. Bunlardan nispeten düzgün olanları ortalama birer ikişer kiloluk poşetlere koyup normal fiyatın oldukça altında fiyatlarla akşam pazarına gelen yoksun insanlara satıyorlar. Poşetlere konamayacak kadar ezik ve çürükleri de çöpe atmak üzere ayırıyorlar, bunlara yine en yoksullar ücretsiz sahip oluyorlar.

Böylece alışverişlerde bir nevi kast sistemi oluşmuş oldu. Zenginler marketlerden, orta halliler pazardan, daha yoksullar akşam pazarından, en yoksullar ise çöpten gideriyorlar ihtiyaçlarının önemli kısmını.

DİYANET'İN ASLİ GÖREVİ DİN HİZMETLERİ DEĞİL; TOPLUM MÜHENDİSLİĞİ
Koca diyanet kurumumuzun dini telkinleri bir yana bırakıp topluma doğrudan “akşam pazarından alışveriş yapın” şeklinde 'tüyo verir' hale gelmiş olması sıradan bir durum değildir. 18 yıl öncesine kadar ortalama bir kamu kurumu olan, ilçelerde çoğunlukla büyük camilerin kendilerine ayrılan birkaç odasında hizmet veren müftülükler artık görkemli binalara taşındılar. Asli faaliyetleri olan camiler ile din görevlilerinin yönetimi ve din hizmetleri tali görevleri haline geldi, artık çok daha önemli misyonlar üstlendiler.

boşuna bu kadar personel ve devasa bütçeler tahsis edilmedi. Çalışan sayısı 2002’den bu güne iki buçuk kat, bütçesi ise (550 milyon TL’den 11,5 milyar TL’ye) 21 kat artırılan Diyanet’den başka bir kurum yok bu ülkede.

Toplumun hep çok daha dindarlaştırılması çabalarında Diyanet kurumunun arkasından da Milli eğitim bakanlığımız geliyor. MEB'e bağlı 17 Genel müdürlük içinde son 7 yılda bütçesi de 4,6 kat arttırılan tek bir Genel müdürlük var, o da Din Eğitimi Genel Müdürlüğü.

Toplumun daha da dindarlaştırılması için en cömert bütçeler aktarılan bu kurumlar tabi ki kendilerinden beklenen performansı gösterecekler. Üzerlerine düşen misyonu hakkıyla yerine getirmeye çalışıyorlar. Diyanet'in vatandaşa 'akşam pazarı' önerisi de bu misyonun bir parçası olarak görülmelidir.

TOPLUMUN DİNDARLAŞTIRILMASINDA ISRARIN SEBEBİ NE?
Bir ülkede toplum zaten yeterince dindarken bir iktidar neden hep “bu yetmez, çok daha dindar toplum” arzusunda diretir ki? Bu soru ve yanıtları, olan bitenleri anlamamız için anahtar niteliğinde ip uçları verecektir bize.

Bir yurttaş şunu diyemez mi? “Saygıdeğer yöneticilerim, ben bu ülkenin tüm yasaklarına ve temel hukuk kurallarına tam olarak uyuyorum, vatandaşlık görevlerimi tam olarak yerine getiriyorum. Senin bana dikte ettiğin şekilde bir 'inanca' neden sahip olmak zorundayım? İnancım sana göre eksikse ve dinen günahlar işliyorsam ve Tanrı bana bunun cezasını öbür dünyada verecekse ben buna razıyım. İnananların günah işleme özgürlüğü olduğunu sadece rüşvet ve yolsuzluk olaylarında mı makul bulacaksınız? Bırakın günahlarımın sonuçlarını öbür dünyada ben ödeyeyim, beni daha da dindar olmaya zorlamayın!” diyemez mi insanlar? Zaten laik hukuk sistemi de tam olarak bu değil midir?

Ülkede iç ve dış sorunlar, işsizlik ve yoksulluk iktidarın geleceğini ciddi şekilde riske sokuyor, yoksulluk intiharları günlük sıradan vakalar haline geldi. Buradan çıkış için mucizevi bir çare gerekiyor iktidara ve böyle bir mucize yok tabi ki. Ama her şeye rağmen halkın olan bitenleri içine sindirmesi ve iktidara verilen desteğin bir şekilde sürdürülmesi gerekiyor. Onların tanımladığı çerçevede bir inanç ve yine kendilerinin tanımladığı bir tür milliyetçilik üzerinden bu desteği olabildiğince uzun sürdürebileceklerine inanıyorlar.

'ŞEHİTLER TEPESİ İNŞALLAH BOŞ KALMAYACAK'
Şehitlerimiz gelmeye devam ediyor. Yoksul şehit ailelerini teskin için kurulan cümlelere bir bakın. İçinde “tevekkül, kader, alın yazısı, teslimiyet, peygamber makamı ve en yüksek mertebe” gibi tamamen inanca ve hamasete dayalı kelime ve kavramları kullanmadan bir tek cümle kurabiliyorlar mı? Tümüyle yoksul köylerden ve mahallelerden gelen çocukların şehadetini bu tür kavram ve kelimeler olmadan gelin anlatın ailelerine ve topluma kolaysa!

Cumhurbaşkanımız son iki haftadaki 13 İblit şehidimizden birisinin cenazesinde, “Şehitler tepesi boş kalmayacağı için de bizler şehadete ürkerek, korkarak değil, tam aksine adeta sevgili Peygamberimizin 'Keşke ben de o makama ulaşsaydım' niyazında olduğu gibi yürüyeceğiz, şehitler tepesi inşallah boş kalmayacak” diyor. Şehit olmaktan korkmamak gerektiğini, tersine koşarak gidilmesi gerektiğini vurguluyor. Sonra şunları ekliyor Erdoğan; “Tabi bunlar özellikle kaza ve kaderin bizler için bildiğimiz ama imanımızın gereği olarak da sabrettiğimiz konulardır. Biz buna sabredeceğiz” diyor.

'BİZ SABREDECEĞİZ' CÜMLESİNDEKİ 'BİZ' KİM?
Biz sabredeceğiz diyor ya, kim bu “biz”? Normalde birinci çoğul kişi zamiri olan “biz” denildiğinde, bu cümleyi kuran kişi ve yakın çevresini anlamamız gerekiyor değil mi? Yani Erdoğan “biz” dediğinde kendisini, ailesini, yakın çevresini, partililerini, bakanlarını ve yöneticilerini vb. anlamamız gerekmiyor mu?. Ancak o “biz” derken bu manada kullanmıyor bu zamiri! O aslında “biz” derken, “sizler” demek istiyor. Bu “biz” zamirinin içeriği; parası olmadığı için çocuklarını askere göndermek zorunda olan ve onları toprağa veren yoksul aileler ile işsizlikten, yoksulluktan kıvranan mutsuz yığınlardır.

Peki bu mutsuz yığınlar şu basit soruları sorabiliyorlar mı? “Neden sizler bu dünyaya taşıdığınız cenneti nispet yapar gibi gözümüzün içine sokarken hep bizler sabrediyoruz, teslim oluyoruz ve tevekkül gösteriyoruz? Sizler, güce ve tüm varlıklara sahip olanlar ve bizlere sabır telkin edenler; sizler neden sahip olduklarınızdan biraz daha azıyla yetinmeye razı olmuyorsunuz? Neden sizlerin yakın çevresinden hiç şehit haberleri gelmiyor? Neden “bedelli” ayağına zengin çocukları askerlikten yırtarken, gariban çocukları hem tam askerlik yapıyor hem de üç kuruş maaş için ya gönüllü askerlik sürelerini uzatıyorlar, ya da uzman er ve erbaş oluyorlar, sonra da şehit oluyorlar, neden?” diyebiliyorlar mı? Bu tür soruları soranların başına nelerin geldiğinin biliniyor olması, bu soruların hiç sorulamayacağını garanti edemez.

Sadece bu tür sorular geniş kitleler tarafından sorulamasın, gariban çocukları şehit olmaya koşarak gitmeye devam etsinler diye "sabır, tevekkül, kader, alın yazısı, teslimiyet" kavramları hergün kafalarımıza çakılıyor olmasın? Yoksulluğun kader olduğu söylenen bu ülkede, ucuza beslenme yöntemlerini de bir müminin bilmesi gerekiyor tabi! Diyanetin “akşam pazarları” telkini sebebinin şimdi daha iyi anlaşılmış olduğunu umuyorum.