Bilimsel, istatistiksel araştırma olmasa da 68 ve 78 kuşağının yazarı-çizeri, düşünürü, siyasi kimlik sahiplerinin çoğunun ilkokul öğretmeni “Köy Enstitülüdür”…

Her fırsatta ilkokul 4 ve 5'nci sınıftaki öğretmenim Ali Kemal Gözükara’nın fikir hayatımdaki önemine hep dikkat çekmişimdir. Öğretmenlerin kişisel kimliğimizin oluşumunda olağanüstü etkileri vardır. Eskiden askerlik yapanlar da “Komutan”larından çok etkilenmiştir. Askerlik anıları çoğu zaman abartılmış olsa da adam olmanın etkenlerindendir. 

Kendi adıma bizim 78 kuşağının en şanslılarındanım. Kuleli Askeri Lisesi de ömrümün dönüm noktalarındandır. Başta Tabur Komutanım; Hasan Binbaşı ve Kuleli Askeri Lisesi Komutanı merhum Doğu Aktolga sayesinde mezun oldum Kuleli’den…

On üniversite diploması yetmez Kuleli mezunluğuna. Şimdi Emekli Tümgeneral olan Hasan Peker Günal sadece iyi asker olmamız için çaba sarf etmedi. Adam olmamızı sağladı!

Sonrasında gazetecilik hayatımda mesleği öğretmeden önce “Adam” almanın olmazsa olmazını gözümün içine sokan da merhum Necdet Sevinç’tir…
“O’nu tanıdıktan sonra hayatımdaki boşluğu doldurdum” dediğimiz nadir insanlar vardır. Öylesine özeldi ki, nadide mücevher gibi eşi benzeri olmadığı için “Tek geçilir”. Nihat Genç benim hayatımda kelimenin tam anlamı ile her şeyi ile “Adam”dır…

Hukukumuz 1980 öncesine kadar dayanır. Daha ortaokul talebesiydim, okuma-yazma konusundaki ilgimi keşfeden ağabeyler dönemin “Genç Arkadaş, Hasret” gibi dergilerin ofisine götürüp yazı işlerindekilerle tanıştırdılar. Günümüzde profesör olan 3-5’i farklı partilerde milletvekilliği, bakanlık bile yapanlardan ziyade kara-kuru, parmakları uçarcasına daktilo ve dizgi makinasından başını kaldırmayan Nihat Genç dikkatimi çekmişti. Kitap okurken sayfaları kovalarcasına çevirirdi. Ne zaman gitsem farklı iş yüklenirdi. Yeni nesil bilmez, pikajı… Elinde gretuar ile satır satır pikaj kartonunu filme hazırlar, bu arada tashih yapardı. Dönemin öğrenci yurtları altındaki klasik matbaada basılan dergilerin bağlanıp, paketlenmesi ve sırtında taşımasına da tanığıyım. Gazeteciliğin sadece yazmaktan ibaret olmadığı her alanda emek ve alın terinin ürünü oluşunun ilk farkına vardığım günlerdi. 

1978’de askeri okula gittim. Cumartesi izinli günümde yazma aşkım Necdet Sevinç ile tanışma onurunu yaşadım. Erdem Kutalmış Türkoğlu, Alper Erdem mahlasları ile kısa yazılarımı yayınladılar. Kafasında kavak yeli esen her Türk genci gibi şiir yazdığımı sanıyordum. Sarışın, sevimli çocuk hatırımla yayınladılar. 12 Eylül darbesi çoğunluğu şok etti. Tavşan avı misali gözlerine projektör tutulanlar geri çekilip ortadan kayboldu. Hapishaneler ağzına kadar doldu. Bir de arananlar vardı. Ailesi, akrabalarının evine gidemeyenler “Güvenilir adam” ararken Ankara’da çoğu Nihat Genç’in Ankara Hastahanesi ve Ulucanlar Cezaevi yakınındaki evine sığındılar. Hiç yüksünmedi, çaylarını demledi, yemeklerini yaptı. Hatta çamaşırlarını yıkayıp astı. Ne de olsa pencereden görünmeleri, balkona çıkmaları mümkün değildi.
Detaylar romanlara sığmaz. Ansiklopediler almaz. Bir taraftan gündüz Milliyet Gazetesinin dizgi servisinde çalışırken akşam ayakta kalmanın bedelinin ödendiği haftalık dergi ve aylık kültür-edebiyat dergisine koşardı. Cumartesi-Pazar Harp Okulu üniformamı çıkarıp giderdim. Doğuştan hiperaktifti Nihat Abim…
Karınca kararınca biriktirdiğimiz kuru yemekler (Kadınbudu ve dalyan köfte)leri 8-10 paket sigara, 3-5 kitabı sayarak teslim alır. Ancak cep harçlıklarından topladığımız parayı kabul etmez. “Ali’ye götürün. O’nun yükü ağır” derdi. Ali dediği, MHP’den 3 dönem milletvekilliği yapan Ali Uzunırmak’dı. Kaçakları barındıran ve yurt dışına gidişleri organize eden kişiydi. O sıralar da dergiler sıkıyönetim kararı ile kapatılır, toplatılırdı. Ertesi hafta yeni isimle yenisini yayınlayan ekibin hamalıydı Nihat Genç… Üniformamı çıkarıp heveslendiğim gazeteciliğe başladığımda yeniden bir araya geldik bir süre. Kırgın ve küskün olmasına rağmen kadim dostu Lütfü Şehsuvaroğlu’nun hatırına yine ameleliğe devam etti. 

Şahsiyetçilik ilkesine aykırı olan “Teşkilat otoritesi”ne isyan edip çekti gitti. Ama gönül köprülerimizi yıkmadan… Leman’daki yazıları, olağanüstü hikayelerinin fırtına misali yeni nesilde rüzgar estirdiği günlerde İstanbul’da gazeteciliğin merkezinde uğraş veriyordum. Kopmasak da seyrekliğe düşmüştü görüşmelerimiz.
Gözden ırak olsak da gönüllerden kopmadığımız günlerde Yeniçağ gazetesi kuruldu. Hemşehirlisi, yakın köylüsü Arslan Bulut ile ben yazar kadrosunda Nihat Genç’i önerdik. Kabul etmedi abim. “Sizin yüzünüzden günlük Yeniçağ alıp ikinizi okuyorum…” demişti. 

Derken Ergenekon-Balyoz kumpası patladı. SKY’dan Avrasya Tv’ye geçmişti. Yollarımız yeniden kesişti. Silivri’yi su yolu yapmıştı o sarı… Her hafta telefonla arar durumu sorardı. 

Hikayesi uzun Avrasya Tv’nin kapanması ile yeni Tv mecrası ararken huyumu bildiği halde sabahın köründe aradı. Uykulu vaziyette telefon ekranında “N.Genç arıyor” ibaresini görünce: “Efendim abi…” dedim. “Çık gel hadi” diye kestirip attı. Sıka sıka ağzında diş kalmamıştı. Diş yapım süreci devam ediyordu. Cebimizde 3-5 bin yoktu. O’nun Bağ-Kur emekli maaşı benim “Gofret” dediği arabamın 5 deposunu bile dolduramazdı. 

Buluştuk… Çay-sigara … “Yavuz, aslanım memleketin nereye sürüklendiği belli değil. Bir mevzi bulup; savaşmamız lazım. Hazır mısın?” dediğinde gözlerim ışıldadı. 

“Vay be!” dedim. Nihat Genç ile aynı mevzide savaşmanın onurunu yaşayacağım! İç geçirmesi ile onur duydum.

Olgunlar Sokak’ta Trabzonlu hemşehirlileri ile öğleden sonra bir saat batak oynar. Bir bölümü seyredip O’nu alıp, Gölbaşı’nda su kenarına ya da Seymenler Parkı’na götürürdüm. Çok titizdi… Her teklife balıklama dalmazdı. Günlerce düşünür, tek kılçık hissedince projesi silip atardı.

Devam edeceğim…