“Gözaltına alındılar…" deyimi haber ajanslarının klasik haber yayınlama metodudur.
Söz konusu deyim “Katil, terörist, yaralama suçu, trafik kazası, grev, gösteri ve de bilmem ne eylemleri” için kullanılır. Kısaca “TCK” denilen “Türk Ceza Kanunu”nun Cumhuriyetin ilanı ile İtalya’dan alındığına dair kaynaklar olmasına rağmen bu kanuna farklı dönemlerdeki gelişmeler üzerine “Yeni maddeler” eklenmiş; “Evrensel hukuk kurallarına uyma” adı altındaki durumlar ve “Olağanüstü haller”deki uygulamalar da itina ile yerleştirilmiştir. Yasanın polis ya da jandarmaya verdiği yetki zaman içerisinde öylesine farklı hallerde kullanılmıştır ki anlatmaya, yazmaya romanlar yetmez. Yasaların olağanüstü dönemlerde yapıldığı süreç çoğunlukla darbeler dönemidir. Aralarında hukukçuların bulunduğu kişiler; aynı anda bu yasaların nasıl delineceğini, ne şekilde ortadan kaldırılacağına dair boşlukları da “Demokrasi ve insan hakları adına yerleştirirler…” Bunları “Kamu yararına” ya da “Devletin yararına” dair çeşitli sebeplerin ardına sığınırak yaparlar.
“Sıkıyönetim koşulları” adı altındaki uygulamalara maruz kaldık. Ardından “Olağanüstü durumlar” ile evrensel hukuk ve insan haklarının hiçe sayıldığı yasa ve yönergeler girdi hayatımıza.
10 Eylül 1977'de oğluma adını verdiğim Erdem Arabacı’nın katledildiği olayda, “Tanık” sıfatıyla gözaltına alındığım gecenin sabahında Ankara Emniyet Müdürlüğü'nün 7'nci katının uzun koridorlarını paspas yapma görevini veren polislere itiraz ettiğim için yediğim dayağı unutmam.
Bahtı batsın bizim “Yitik kuşak”ın 1978’de ilan edilen sıkıyönetim adına bir gösteri sırasında çocuk yaş olan 14’ümde gözaltına alındığımda Ankara-Yenimahalle İlçesi Karşıyaka Karakolunda sırtımda 3 kazma sapı kırılmıştı. Asiydim. Savcılığa suç duyurusunda bulundum. O dönem Karakol amiri T.T. adeta ödüllendirilir gibi “Trafik Şube”ye verildi.
14-15 yaş günümüzde “Çocuk” sayılıyor. Bizim dönemimizde “Potansiyel militan” olarak görüldüğü için henüz yapıştırıcısı kurumayan asılmış afişlerin faili olarak Komiser sinsi Tayfun tarafından da gözaltına alınıp nezarethaneye atıldığımda “Tuvalet yasak” ilkesi ile duvara işemek zorunda kaldığımda “İdrar kokusu” ile tanıştım. Üstelik bu işeme suçundan da çok dayak yedim. Çocuktum ya… Ama ülkeyi kurtaracağına inanan genç adayı idim.
Yetmedi 12 Eylül’den sonra da Kuleli Askeri Lisesi öğrencisi olarak da defalarca gözaltına alındım. “Çok özel muamele”den sonra serbest bırakıldık. Çünkü şiddetle ilgili herhangi bir eylemimiz tespit edilemedi. Ayrı ve güzel hikayedir. Günün birinde asaya (baston) düştüğümde “Anılarımı” yazacağım notlarda ayrıntılarına girerim.
Bu “Gözaltı” hikayesinin ciddi sonuçlarına da tanık oldum meslek hayatımda. 15-20 dakikayı büyütenler, bir gecelik nezarethane üzerine kitap yazanlara da tanık oldum. Biz beceremedik halen O günlerin sermayesinden faydalanan siyasiler var.
12 Eylül konusunu önümüzdeki yazıda irdeleyelim. Ama 14 yaşında karşılaşıp, 15-16-17 yaşlarımda yaşadığım gözaltı hikayelerini yazmaktan da utanç duyuyorum.
Adı “Karakol” olan adli sistemin ilk konutunun çatısı çok korkuttu bizi. Karakol adı üzerinde “Siyah”tı. AB kriterleri adına “Pembekol” olduğu döneme inanmakta da zorluk çektik.
Düşünsenize “Karakolda ifade alınırken yanınızda avukatınız olacak!” Çağ atladığımızı zannettiğim anda “Olağanüstü şartlar” eki üzerine hiçbirinden faydalanamadığım koşullar bugün de yürürlükte.
Karakoldan Pembekol’a uzanan süreçte herşeyin kayıt altında olduğunu zannettiğimiz yıllarda “15 Temmuz olayı” patladı. Ve “Olağanüstü hal” ilan edildi.
Vayy ki; vayy vayy… O şartlar altında; ömrüm boyunca mücadele ettiğim Fetö olayı yüzünden gözaltına alınışımın hikayesi bir kenara… Gözaltı sürecinde alenen işkenceler paylaşıldı medyada. Kulağı koparılan, kaba dayak ve silah kabzası ile dövülen generaller, subaylar, bürokratlar, üst düzey devlet memurları…
Ayrıntısından utanç duyacağım “Fetö adına bir siyasi partiye sızma ve bu konuda faaliyet gösterme suçundan” o sabahın 5’inde evimde gözaltına alındığım gün “Gözaltına alınma klavuzu” adı altında bir şeyler yazmaya karar verdim.
OHAL dahil, her türlü hukukun ayaklar altına alındığı o sabahı yazmak zorundayım. “Gözaltı Kılavuzu”nun yazılma öyküsü de o gün başladı.
Devam edelim mi?