Bağımsızlık marşımızın yazarı Mehmet Akif Ersoy; “sahipsiz vatanın batması haktır” der.

Rahmetli gazeteci Bekir Coşkun da; “yatma, kaldır kafanı artık. Bir böcek gibi ezilip bir dal gibi kırılıp bir sürü gibi güdülüp, bir kuş gibi vurulacağına… Yatma o zaman” der.

Kurtarıcı ve kurucu Mustafa Kemal Atatürk ise; “… Cebren ve hile ile ile aziz vatanın bütün kaleleri zapt edilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir (…) daha vahim olmak üzere memleketin dahilinde iktidara sahip olanlar gaflet, delalet ve hatta hıyanet içinde bulunabilirler. Hatta bu iktidar sahipleri, şahsi menfaatlerini müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit edebilirler (…) işte bu ahval ve şerait içinde dahi vazifen, Türk istiklal ve cumhuriyetini kurtarmaktır…” der.

Oysa günümüzde ülkenin kaderini artık Türkiye Büyük Millet Meclisi” değil; “bir kişi” belirliyor.

“Milli irade” artık TBMM ile değil; “bir kişi” sistemi ile gerçekleşiyor.

Yasama da TBMM ile değil; “kararnameler” ile gerçekleşiyor!

“Bir kişi” kararnameleri, giderek “ferman” özelliği kazanıyor. Bu durumda TBMM’e gerek kalmıyor!

Sultan Abdülhamit, “Anayasa” ve “Meclis” taahhüt ederek 1876’da tahta çıkmıştı. Saltanatı ele geçirdikten sonra da yerine getirmişti. Fakat bir yıl sonra, Anayasa ve Meclis’in yetkilerini kısıtlamasından rahatsızlık duymuş. “93 Harbi”ni bahane ederek yürürlükten kaldırmış, ikisine de son vermişti.

Tarih tekerrür mü ediyor acaba?

Bu nedenle mi “15 Temmuz Allah’ın bir lütfudur” dendi?

TBMM ile Anayasa’nın “bay-pas” edilmesine şaşmalı mıyız?

Görünen köy kılavuz gerektirmiyor!

Son iki yılda çıkarılan KHK’lerin meclisin çıkardığı yasalarla eşit sayıya ulaşması neyi işaret ediyor?

Zaten Anayasa’ya alenen uyulmuyor. Hukukun üstünlüğü, lafta kaldı. Denetleme ilkesini yerine getiremeyen TBMM’i KHK ile görev dışı bırakılıyor!

Kanun hükmünde kararnameler yasaların üstüne çıkmış durumdadır. Tıpkı hadislerin ayetlerin önüne geçirilmeleri gibi!

***

“İlk hedefiniz Akdeniz’dir” emrini veren kurtarıcı, neden “benim naçiz vücudum bir gün toprak olacaktır, fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebet yaşayacaktır” demek gereğini duyduğunu sormayalım mı?

Kuşkusuz “tek adam” isteyenlere ve beklentilerine yanıt vermek içindir.

Oysa şimdi, aynı halk işsizlik ve açlık arasında sıkışmış durumdadır. Ama tapıcı bürokratlara ikişerli, beşerli maaşların verilmektedir. Bu durumları öngörmüş olması nedeniyledir.

“Tek Adam” idealizmi ile “bir kişi” benzeşmesi söz konusu edilebilir mi? Ya da aynı şey olduğu öne sürülebilir mi?

Atatürk’ün doğduğu yıl olan 1881’de “Duyun-u Umumiye” kurulmuştu. Bu idarenin vesayetini kabul etmekle Osmanlı Devleti, fiilen bağımlı hale gelmişti. Ama müflis ekonomisine rağmen, mevcut saraylara saray ekliyordu. Saraylı yaşam lüksünden vaz geçmemişti. Bu dramları görüp yaşamış olan Mustafa Kemal; gerçekçi bir tespitle; “…aziz vatanın bütün tersanelerine girilmiş. Her köşesi” bu “bilfiil işgal edilmiş olabilir…” diyerek vatan kurtarılmasının nedeninin anlatmıştır.

Kurtarma, 19 Mayıs 1919’da başlayan Milli Mücadele, 26 Ağustos’ta beliren “30 Ağustos Zafer” ile gerçekleşmiş. Yangın yerine dönmüş vatanda kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devleti; Osmanlı’nın onurunu da kurtardı; borçlarını da ödedi.

Gerçek anlamda kefen giyerek yola çıkanlara vefasızlık içinde olanların; 1071 Malazgirt zaferini anmaları samimi bulunur mu?

1071 bir “zapt” zaferidir. Bu yenilgiye uğrayanların torunlarının intikamı, “Sevr” olmuştur. Bağımlı ve müflis bir imparatorluğun “memaliki” paylaşılmıştı. 26 ve 30 Ağustos günleri ise; Sevr’i yırtıp atmak; intikamcı emperyalistlere rağmen kurtarma ve kurmanın gerçekleştiği zafer günleridir.

Hz. Muhammed’in “doğum haftası” icat edilerek “23 Nisan” gölgelenmek istenmişti. Malazgirt’in sarayda kutlanması da “Zafer” haftasını gölgeleyip sıradanlaştırma anlamına geliyor!

*** 

“Dış güçler” ve özellikle Almanya’nın “kıskandığı” bir ekonomiye sahip olarak gösterilen Türkiye’miz; övündüğü yüksek teknoloji (İHA ve SİHA) ürün ihracatında, %2.8 miktarıyla bir yıl önceki %3.8’in gerisine düşmüştür. Mutfak ile çarşı-pazardaki yangınlar ile işsizlik sarmalında iflasa sürüklenen ekonomiye rağmen; “itibardan tasarruf olmaz” zihniyetiyle “saray yaşamı” sürdürülüyor. Vatandaşa “lokmanı küçült” öğüdü ile 'IBAN' veriliyor!

“Dış güçler” paranoyası ile parti tabanını konsolide edenler, gerçekte intikamcı duygularını yurt içine yöneltiyorlar.

Kurtarıcı ve kurucu döneme kin körükleniyordu. Son örnek, rahmetli Prof. Erbakan’ı “sırtından bıçaklayan” Yenilikçilerin; “ABD projesi” olarak ortaya çıkmaları ve üniterci TSK’ne kumpas kurulmasıdır. Milli Güvenlik Kurulu kararlarını ifa eden “28 Şubat” tavırlı askerlere 24 yıl sonra verilen “müebbet” cezalarıdır.

Kumpas (Ergenekon, Balyoz, OdaTV, Askeri Casusluk, Fenerbahçe ve Kozmik Oda…vb) davaları sürecinden sonra, 73-95 yaşındaki emekli generalleri zindana tıkma sürecine nasıl gelindiğini ibretle anımsamak gerekir:

Zira 10 Mayıs 1995 tarihinde Bill Clinton, CİA Başkanlığına John Deutch’u (1938 Brüksel doğumlu. Rus Yahudisi. 1945’de ABD vatandaşı. Kimya mühendisi. Massachusetts İnstute of Tecnology Üniversitesi’nde profesör. Enerji Bakanlığı müsteşarı. Savunma Bakan yardımcısı) getirmişti. Böylece Türkiye ile yeni ilişki türünü başlatmıştı: 23 Temmuz 1995’de Ankara’ya gelen J. Deutch; TBMM’de 77 milletvekili ve sonra da RP Genel Başkan Erbakan ile görüşmüştü.

Bu sırada CIA’nın “Ilımlı İslam” taraftarı olan Graham Fuller, ABD adana Konsolosu Harry Cole, Eugene Zajac da RP’lilerle ilişki kurdu. Sonra; ABD Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Peter Tarnoff, Erbakan’ı evinde ziyaret etti: Basının huzurunda, “sizinle çalışmak zevk olacak” dedi.

1992 ve 1994 yıllarında RP’nin dışişleri sorumlusu Abdullah Gül idi. Prof. Erbakan’ı iki kez Amerika’ya götürdü. Son yılda RP ile ABD arasında 15 görüşme gerçekleşir (26.8.2021 Soner Yalçın). Sonraki süreçte de RP-ABD arasındaki ilişkiler, Büyükelçilikteki ajan Dean Deal aracılığıyla sürdü.

Ve Amerikalıların diline “hoca” yerine, “Kürt sorununu çözecek Profesör” sözcüğü yerleşti.

Ki SHP ile CHP birleşmiş; Başbakan yardımcısı olan Deniz Baykal, koalisyon hükümetini yıkıverdi. 24 Aralık 1995’de eken seçime yapıldı. Baykal’ın CHP’si, 10.7 ile barajı zor aşabildi. Erbakan’ın RP’si, birinci parti oldu. Deutch’un başlattığı ilişkiyle CİA, Erbakan’ı iktidara taşımıştı.

*** 

Sovyet blokunun dağılmasıyla ABD, küresel tek jandarma kalmıştı. Küreselcilik, neoliberalizmcilik ve özgürlükçülük sloganlarıyla dünya milletlerini ulusalcı rejimlerden uzaklaştırma çalışmalarını yoğunlaştırmaya başladı. Çünkü ulusalcılık, üniter devlet yapısını gerektiriyordu.

Prof. Erbakan; “İslam Ortak Pazarı” oluşturmakla küreselci rol oynuyordu. Oysa gerçekte, millici-ulusalcı idi. Fakat ılımlı görünüyordu. Dolayısıyla ABD, iktidar şansı verilmesini gerçekçi gördü. Nitekim Erbakan’ın Başbakan ve Prof. Tansu Çiller’in Başbakan Yardımcısı olduğu koalisyon kuruldu.

Erbakan, neoliberal anlayış tersine kamu çalışanlarına yüzde 50, asgari ücrete yüzde 70 zam yaptı. Repo oranlarını düşürürken Tarım Destekleme fonuyla esnaf desteklerini yükseltti. ABD’nin hasmı İran’a ilk gezi yaptı. Kaddafi ile “doğal gaz” anlaşması yaptı. D-8’lerin kurulmasına öncü oldu.

Bütün bunlar, ABD’yi süküt-u hayale uğratmıştı. O yüzden CIA harekete geçti. Erbakan karşıtı “yenilikçi” gurupla FETÖ ilişki kuruldu. Başbakan Erbakan başkanlığında İrtica karşıtı karar alan Milli Güvenlik Kurulu (MGK) kararları doğrultusunda TSK; 28 Şubat günü Sincan’da “tank yürüyüşü” gerçekleştirdi. İrticaya karşı gövde gösterisi yapıldı.

Başbakan ve MGK’a rağmen, bilinmeyen bir el Erbakan’ı gözden çıkaran hareketi başlattı. Erbakan, Çiller ile koalisyon kurma mutabakatı gereğince Başbakanlığı Çillere devretmek üzere, 28 Şubat’tan ilki ay sonra istifa etti. Fakat Cumhurbaşkanı (Demirel), Mesut Yılmaz’a hükümet kurma görevini verdi. İrticanın merkezi olduğu gerekçesiyle RP’yi kapatma davası açıldı. RP’nin İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı (Erdoğan), genel seçimler sırasında yaptığı bir konuşmadan dolayı üç ay hapis ve siyasette yasak cezasına mahkûm oldu.

***

“Milli Görüş Gömleği” çıkardığını söyleyerek Erbakan’dan ayrılanlar; M. Metiner ve A. Dilipak ifadesine göre “Amerikan Projesi” olarak bir parti (AKP) kurdular. Bir buçuk yıl sonra; Genel Başkanı siyasi yasaklı olmasına rağmen, Kasım 2002 seçimiyle iktidar oldular (%34 oy almış, TBMM’de %64 çoğunluk sağlamıştı).

2002’de, Bülent Ecevit-Devlet Bahçeli-Mesut Yılmaz koalisyon hükümeti; Bahçeli tarafından yıkılmıştı. Bunun sonucunda AKP iktidar gelmişti. Siyasi yasaklı olan Genel Başkan R. T. Erdoğan da; Deniz Baykal’ın uzattığı iple yasak kuyusundan çıkıp meclise girmiş; Abdullah Gül’den Başbakanlığı teslim almıştı.

“Yolsuzlukları, yasakları ve yoklukları yok edeceğiz” söylemiyle iktidar olan AKP; üniter yapıyı yıkma amaçlı ABD’nin isteklerini BOP eşbaşkanı olarak yerine getirmeye başladı: FETÖ ile birlikte TSK’na kumpas davaları açtı. Genelkurmay Başkanını bile “terör lideri” olarak yargılandı. Kurtarıcı ve kurucu misyondan intikam almak için TSK’nın iğdiş edilmesi gerekiyordu. Sonuncu da intikam oldu. 15 Temmuz hain darbeyi gerçekleştiren FETÖ’cülerin düzenledikleri iddianamelerle irtica karşıtı “28 Şubat” dönemi askerleri zindanlara tıkıldı.

Halbuki Başbakan Erbakan, kendi imzasıyla MGK kararlarının uygulamasını “tamim” yapmıştı. Hiçbir yerde 28 Şubat’ın “darbe” olduğunu ve 28 Şubat 1997’deki MGK kararları yüzünden istifa ettiğini söylememişti. Üstelik kararların uygulanması için de talimatname yayınlamıştı. Başbakanlık müsteşarı da 13 Haziran 1997’de MGK’nın kararlarının uygulanmasında ağır davranıldığı için kamu kurum ve kuruluşlarına uyarı gönderdiklerini açıkladı. Ama bütün bunlara rağmen ve 24 yıl sonra, Erbakan’ın vefaat ettiği 27 Şubat 2011 günün hemen ertesinde, 28 Şubat dönemiyle ilgili dava açıldı. FETÖ’cü savcı ve hakimlerin düzenlediği iddianeme ve kararlar; sahte belge ve tanıklara göre cezalar verdi. Cumhuriyetçi subaylar müebbete mahkum edildi.

Bu gelişmelerden sonra bugün; 1071’deki fetihçi Malazgirt yengisi kutsanırken, Ağustos 1922’deki kurtarıcı “Zafer” olağanlaştırılıyor!

( bilgi: 1-28 Şubat dönemi Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök, kumpas sürecinde, “kasaptaki ete soğan doğramam” diyerek iftiralara uğrayan meslektaşlarını yalnız bırakmıştı. Ama 15 Temmuz hain darbesinden sonra TBMM Darbe soruşturma Komisyonun’a; “2004 yılındaki MGK toplanrtısında komutanlarla birlikte hükümeti FETÖ’ye karşı uyardıklarını ve hükümete tavsiye ettiğini ifade etti. 2- 28 Şubat’ın bir FETÖ kumpası olduğu, cumhuriyetçi subayların ihraç edilip kendi militanlarına AKP ile kadro açtığı da ortaya çıktı. 3- Keza; 28 Şubat iddianamesinin dayandığı kanıtlardan olan 5 nolu CD’nin sahte olduğu, üzerinde tahrifat yapıldığı bilirkişi heyetince belirtildiyse de hakim ve savcılar dikkate almamıştı. 4- Gösterilen 481 müştekiden sadece Şeref Malkoç ile Şevket Kazan gidip ifade vermişti. 5- 15 Temmuz darbe girişimden sonra 28 Şubat iddianamesi düzenleyenlerden savcı Hüseyin Ayar FETÖ’nün “semt imamı,” Fikret Seçen firari olduğu anlaşıldı. İlk ifadeleri alan savcı Cemil Tuğtekin’in meslekten ihraçlı olduğu ortaya çıktıı. Savcı Mustafa Bilgili, dört aylık firarilikten sonra sahte kimlikle yakalandı. Yardımcısı olan Kemal Çetin ise, meslekten ihraç edildi. 6- Mahkeme Başkanı hakim Süleyman Köksaldı ile Hakan Oruç; FETÖ’cü oldukları için meslekten atıldılar. Hakim Nihal Uslu cezaevine konurken hakim Halil İbrahim Kütük ise kaçtı… 7- Bu FETÖCÜ savcı ve hakimlerin 28 Şubat düşmanlığı; aslında FETÖ ile mücadele edilmesi gereğini tavsiye eden MGK’dan intikam almaktır…)