Hakan Yurdanur

Maliyet ile menfaatin el ele dolaştığı bir dönemin içindeyiz. Ekonominin egemenliği toplum ve doğayı sömürü altına almakta. Bu işgal beraberinde şiddeti tırmandırmakta.

Kapitalizmin boyutlarını incelerken şunları söylemiştik: Egemen sermaye birikim modeli hem dikey (ekonomik) hem yatay (ekolojik) hem de derinlik (toplumsal) sınırlarına dayandı. Bu sınırları aşmak için yaptığı her yüklenme aşınmayı derinleştiriyor. Kâr oranlarının düşüşünü engellemek için çözüm üretemiyor. Yaşanan krizlerin toplamı anlamına gelen çöküş kendisini büyük harflerle tanımlıyor.

Bugün sistemin işleyişi ekonomiden topluma, toplumdan da doğaya doğru. Bu işgalci sistematikte paralılaştırma mekanizması yürürlükte. Doğayı metalaştırma ona fiyat biçmeyle el ele ilerliyor. Fiyatın yüksek ya da düşük olmasının getirdiği ayrım, zihinlerde değerli - değersiz farklılaşmasını tetikliyor.

İşgalin yansımaları bunlarla da sınırlı değil. Bugün ekonomiyi insan üstü, yüce, kutsal bir mertebeyle taçlandırma söz konusu. Sanki döviz, faiz, enflasyon, büyüme, iç / dış ticaret ve nihayet piyasa insan müdahalesi dışında insana rağmen insandan bağımsız işliyormuş algısı yaratılmakta. Oysa piyasanın “görünmez eli” denilen en nihayetinde insana ait bir organın gizlenmeye çalışılması değil midir?

Ekonomi - toplum - doğa dizilişinin ikinci sırasında yer alan toplum; insana uzak, yabancılaşmış, ekonomik yoksulluğun politik sefaletle, I olojik açmazların kültürel yıkımlarla örüldüğü bir döngünün içinde. Üretim ve tüketim arasındaki bağın kopması düşünce ile eylem arasındaki mesafeyide arttırmakta.

Dizilişin son sırasında yer alan doğa; önce ekonominin sonra toplumun altında, aciz, onlara biat eden, korunmasız, çaresiz bir yapıya sokulmak isteniyor. Sonsuz hizmetkar rolüne bürünmesi emrediliyor. Doğanın doğaya yabancılaşması bu rolün önemli bir parçası olsa gerek.

Ekonomi - toplum - doğa dizilişi kriz üretici bir makine gibidir. Kapitalizmin hareket yasalarında bu krizleri sıkça görmek mümkün. Ekonominin yarattığı finansal krizleri toplumun sosyo politik krizleri onu da doğanın iklim / gıda / çevre krizleri izlemekte.

Aslında yukarıda bahsettiğimiz dizilişin tam tersinin olması gerekiyor. Yani doga - toplum - ekonomi. Bu diziliş insanın, toplumun ve doğanın özgürleşme anahtarını üzerinde taşıyor. Doğanın en başta olması demek kullanım değerli bir sistemin hayata geçmesi demektir. Başka türlü söylersek bu diziliş kullanıcısına yarar sağlamaktadır. Ekonomi - toplum - doğa dizilişi ise değişim değeri taşımakta. Yani satıcısına yarar sağlamakta. Özetle; kullanım değeri insani, değişim değeri ticaridir diyebiliriz.

Kapitalizm doğaya rağmen onun üzerinde ve içinde hayat bulmuş bir üretim tarzı. Bugün de böyle. İlk ortaya çıkışından sanayi devrimine kadar ki zamanda (1600 - 1850) doğaya tabi, onu zorlayan bir yapıda. Sanayi devriminden neoliberalizmin başlangıcına kadar ki süreçte (1850 - 1980) zorlama yerini kontrole ve kontrolünde işgale evrildiği bir aşama gerçekleşmekte. Neoliberalizmden günümüze (1980 - ...) işgalin tam zamanlı sömürüye dönüşümü meydana gelmekte.

Toplum ve doğa arasında dışsal bir ekonomi (ayrık bir üretim tarzı) yok. Toplumsal olanla doğal olan iç içe. Örneğin; arpanın üretiminin ne kadarı doğaya ne kadarı topluma ait? Net cevap vermek zor. Fakat günümüzde bu iç içe geçmeler araya giren ekonomi yüzünden bozulmakta. İşte bu da biraz önce sözünü ettiğim insan / doğa yabancılaşmasını yaratmakta.

Doğa - toplum - ekonomi dizilişi bize aslında şunu anlatmakta: Ekonomi toplumun içinde onun özünde (ona içkin) yapılanmış durumda olmalıdır. Toplum ekonomiye değil, ekonomi topluma tabidir. Ekonomi yöneten değil, kullanım değerini gerçekleştiren bir nevi yönetilendir. Doğa [toplum (ekonomi)] şeması sanırım durumu daha net görmemizi sağlayacaktır.

Günümüzde yaşananları şu güzel söz çok iyi anlatmakta “kirli sistem kirli doğanında yaratıcısıdır.”