Ekin Koç

Eğitim ise nasıl ve kimler tarafından ve kimin için hazırlanmış bir eğitim? Peki, günümüzdeki eğitimin bu kadar kötü olmasının nesnel sebepleri var mı? Ya da toplumun hangi kesimlerine ne kadar ulaşabiliyor?   gibi bir dizi soru akla geliyor.  Her birine detaylı cevap verilebilir ama önce temel bir sorunsal belirlemek gerekir. Başlıkta yazılan gibi mesele gerçekten cehalet mi? Aydınlanma, bu konuya kabalaştırırsak “evet” diye cevap vermişti. Peki, neydi bu aydınlanma? Kısaca özetleyelim.

Aydınlanma dönemi bu soruya kabaca “evet” olarak cevap vermişti. Burjuvazi uzun bir süreç sonrası serpiliyor ve iktidara yürüyordu. Kiliseye karşı, başlangıçta, kralı ve mutlakiyetçi devleti destekledi. Sonra, aristokrasiyi yıkıp bir düzen kurma arayışları başlamıştı. Soylulukla hesaplaşmak istemişti burjuvazi. Temelinde, sınıf mücadeleleri yatan bu arayışlar, izdüşümlerini felsefi ve ideolojik alanda da bulmuştu doğal olarak. Baldırı çıplakları bu savaşta yanlarına çektiler. Eşitlik, akıl ve erdem kavramlarının anahtar olduğu ideolojiyle elbette. Kant, “Aydınlanma Nedir?” makalesine bu soruya oldukça öz bir yanıt vermişti.

“"Aydınlanma, insanın, kendi kendini mahkûm ettiği ergin olmayıştan kurtulmasıdır. Ergin olmayış, başkalarının idaresinde olmadan aklını kullanamamaktır. Aklını, eksik olduğundan değil, başkalarının idaresi altında olmadan kullanma kararlılığı ve yürekliliği gösteremeyen, kendi kendini ergin olmayışa mahkûm eder. Sapere aude! 'Kendi iradenle aklını kullanma yürekliliğini göster!”

Bir diğer aydınlanma filozofu D’Holbach ise toplumun düzensizlik, çürümüşlük ve sefalet içinde olduğunu söyler. Hastalıklı bir durum olarak tarif edip çözüm arar. Çözüm ise, ayrıcalık, “yozlaşmış rütbe” sistemini ortadan kaldırıp, hakkaniyete göre bir toplum kurmaktır. Bunun yolu ise “yanlış”a saldırmak ve gerçeği yaygınlaştırmaktır. Başka bir deyişle cehaleti ortadan kaldırmaktır. Aydınlanmanın temel sorunsalı cehaletin nasıl ortadan kaldırılacağına dayalıydı. Aydınlanma, cehaletin yok edilmesi gerektiğini ve cehaleti yok etmek için eğitimin gerekliliğini söylemişti. Ancak, nasıl ve kimlerin yönetiminde bir eğitimi gerekli olduğu muğlak kalmıştı. İnsana değerini ve inancını teslim etse de, siyasal iktidarın kaynağını tanrısallıktan alıp laikleştirse de, akıl, erdem gibi kavramlar oldukça soyut bir zemine oturtulmuştu. Oysaki, akıl, erdem dediğimiz kavramlar da tarihsel ve toplumsaldır.  Birtakım nesnel ilişkiler tarafından belirlenir.  O nesnel ilişkilere ise birçoğumuzun bildiği gibi maddi üretim ilişkileri denir. Üretim ilişkileri üzerinde de sınıf mücadeleleri yükselir. Bir dolayımdır aslında bu. Ama, verili düzen içinde eğitim yaygınlaştırılmış olsaydı bile “nasıl bir eğitim?” sorusu oldukça makul olurdu. Özel mülkiyet düzenini doğal kabul ettiren bir eğitim, gerçekten aydınlatır mı? Ya da artık iyice yaygınlaşmış olan İslami referanslı bir eğitim çözüm müdür? Milliyetçiliği normal kabul eden bir eğitim dertlerimize derman olur mu? Bu soruların hepsine kocaman bir “hayır” cevabı verilir ve verilmeli.  Aydınlanmacı çizgiyi savunmak, orta çağ zihniyetinin dünyanın her yerinde galebe çalmaya çalıştığı günümüzde şüphesiz önemlidir ve anlamlıdır ama elbette daha ilerisini sorgulayarak ve düşleyerek. Yoksa, her şey salt eğitime dayalı olsaydı çetrefilli birçok mesele daha kolay olmaz mıydı?

“Eğitim şart” bakış açısının bir sonraki durağı liyakat fetişizmi oluyor. Merkez Bankası başkanı, “liyakatli” diye muhaliflerin ve günümüz entelektüellerinin hatırı sayılır, bir kısmı tarafından övülebiliyor.  Oysa, İçeriksiz, şekilsiz soyut bir liyakat anlayışının sonu, krizin yükünün emekçilere yıkılmasını meşrulaştırmaya çıkıyor. Liyakat fetişizmi, sömürü ilişkilerini gizlemek için müthiş bir kılıf oluyor.  Liyakate haddinden fazla önem veren entelektüellerin bir noktada Nazi destekçisi olduklarını Pierre Bourdieu şu şekilde ifade ediyordu:

“"Entelektüellerin kültürel sermayeleri vardı ve egemenlerin hakimiyeti altında olsalar da egemenlerin parçasıdırlar. Muğlak tutumlarının, mücadeleye katılımlarındaki ılımlılığın altındaki nedenlerden biri de budur. Bu "liyakat ideolojisi"ni belli belirsiz de olsa paylaşırlar.İsyan etme sebepleri, 1933 Almanya’sında olduğu gibi, aslında diplomalarının güvencesindeki yeterliliklerinden haklarına düşen payı almadıklarını düşünmeleridir." [1] (Bourdieu; s.57)

Bu nedenle düzeni sorgulamaya yanaşmayan entelektüelin düşünsel dünyası, düzenin izlediği çizgiyi büyük oranda tereddüt etmeden takip ediyor.  “Düzen nereye biz oraya” onların sloganları olsa çok da abes kaçmaz. Dolayısıyla, başka bir dünya özlemi ile yanıp tutuşanların kendi aydınlarını yetiştirmesi önümüzdeki dönem için elzem. Tabii ki aydın, işçi sınıfının aydını olacaksa, fanusta değil, mücadele içinde yetişiyor.

Dünyada ve güzel ülkemizde karanlık bir düşünsel, siyasal, toplumsal atmosferin olduğu inkâr edilemez. Ama hangi dönem tam anlamıyla aydınlık olmuştu ki? “Her gecenin bir sabahı vardır” klişesi gibi gözükebilir ama tarih, tekerrür etmesiyle bazen bardağın boş tarafını bize gösterir bazen dolu. Biz yine de dolu tarafına bakalım. Bizim tarihimizden bir örnek sunalım. Falih Rıfkı Atay, Çankaya kitabında 1905 öncesinde “bu millet adam olmaz, bu devlet kurtulmaz” söylemlerinin her tarafta duyulduğunu, orta sınıfın yarı umutsuzluk içinde olduğunu belirtiyor. Ardından önce 1906 yılında vergi ayaklanmaları gerçekleşiyor, ardından 1908 Devrimi meydana geliyor, sonrasında ise 1923. Bazen, tarihten, siyaset ve duygu devşirebilmek önemli oluyor…


[1] Pierre Bourdieu, Karşı Ateşler- Neoliberal İstilaya Karşı Direnişe Ateş Edecek Sözler, Sel yayınları, çev. Sertaç Canbolat