Kavramlar, duygularımızı ifade etmemizde, kendimizi anlamamızda ve yaşamla kurduğumuz ilişkiyi anlamlandırmada büyük bir katkı sağlar. Deneyimlerimizle şekillenir, zamanla derinlik kazanır ve bakış açımızı belirler. Bazen fark ederiz ki aynı kavrama farklı anlamlar yüklenmiş, ya da kavramın zemini benzer olsa bile kültürler ve yaşam deneyimleri üzerinden farklı derinliklere ulaşmıştır.


Bu yazıda o kavramlardan biri olan hoşgörü üzerinde derinleşmek istiyorum.
Hoşgörüyü anlayabilmek için önce sıkça karıştırdığımız bir kavramla, toleransla, farkını ele almak gerekir.
Tolerans, insan ilişkilerinde çoğu zaman erdem gibi görünür; fakat doğası gereği sınırlar taşır. Bir arada yaşamayı kolaylaştıran bir kavramdır. Toleranslı olmak, karşımızdakinin davranışlarını tam olarak onaylamasak da bir süreliğine “katlanmayı” seçmektir. Yani tam anlamıyla bir seçim hâlidir.
Bu katlanışın ardında çoğu zaman iyi niyet, ilişkiyi sürdürme isteği, bazen çıkarlar, çatışmadan kaçınma ya da durumu idare etme ihtiyacı bulunur. Bu nedenle tolerans esnek ama koşulludur ve çoğunlukla şu cümlede karşılığını bulur:
“Bu defalık sorun değil… ama bir daha olursa aynı esnekliği gösteremem.”


Toleransın sınırını insanın iç eşiği belirler: sabır düzeyi, psikolojik kapasite, duygusal dayanıklılık…
Kimi geniş bir eşiğe sahiptir; kimi ise tezcanlıdır ve çabuk tükenir. Bu nedenle tolerans kişiden kişiye, hatta aynı kişinin farklı dönemlerinde bile değişebilir.
Tolerans içimizdeki tepkiyi bastırma, bazen de bastırmadan çok bilinçli seçilmiş bir sınır genişletme veya uyum sağlama tutumudur. İçindeki “limit” aşıldığında kişi taşar, kırılır, geri çekilir ya da ilişki çatırdar. Bu yüzden tolerans bir barış ve uzlaşma aracı olabilir.
Hoşgörü ise tamamen farklı bir düzlemdedir. Tolerans gibi süresi olan, koşulla sınırlanan bir davranış değil; insanın varoluşunu kapsayan bir olma hâlidir.
Hoşgörülü olan insan, kendi egosu ile daha barışık, kendine emek vererek yıllar içinde fazlalıklarını törpülemiş kişidir. Zihnindeki gürültüyü susturmuş, zihnin peşine takılıp savrulmayan, zihinle özdeşliği çözmüş, zihnini bir araç olarak kullanabilen, hakikati daha az çarpıtılmış olarak görmeye başlayan kişidir.
Bu nedenle hoşgörü, karşısındaki insanın eylemlerini değil, insanın kendisini görmeyi mümkün kılar.
Bu hâl bir Pollyanna iyimserliği ya da yüksekten bakan bilmişlik değildir. Hoşgörü, insan olmanın tüm hâllerini kapsayan; gölgelerini tanımış, karanlık yanlarıyla barışmış, iç bütünlüğe ulaşmış bir bilgelik hâlidir.
Bu aşamada insan, akılda biriken bilgilerin yükünden değil, o bilgilerin içselleşip idrake dönüşmesinden doğan bir özgürlükten beslenir. Bildiklerini bilir; bilmediklerinin ise farkındadır.
Tasavvuf geleneği hoşgörüyü “benliğin aradan çekilmesi” olarak tanımlar. Mevlânâ’nın sözü bu hâli en saf biçimde ifade eder:
“Sen çıkarsan aradan, geriye kalır Yaradan.”


Kişi nefsinin gölgelerinden, öfkesinden, beklentilerinden, haklı olma çabasından özgürleştikçe, karşısındaki insanı artık kendi yarasının çarpıtmasıyla değil; daha berrak, daha az yargı içeren bir algıyla görmeye başlar. Hoşgörü tam da bu noktada çabayla değil, kendiliğinden ortaya çıkar. Benlik daraldıkça gönül genişler; gönül genişledikçe insan yaşamın tüm hâllerine yer açar.
Abdülkadir Geylânî’nin şu sözü de bunu derinlikli biçimde doğrular:
“Nefsini hoş görmeyen, âlemi hoş göremez.”
Hoşgörü, dış dünyaya bakan bir gözün değil, iç dünyasını arındırmış bir gönlün hâlidir.
Çilehaneye giren insanlar, orada salt acı çekmek için değil; acının kaynağı olan köklerle yüzleşmek ve nefsî sınırlarını fark etmek için bulunur. Bir ömür boyu sırtlarında taşıdıkları yükleri fark eden, aynı döngüleri tekrarladığını idrak eden, zihnin işleyişini fark eden insan yaşamdan kısa bir süre elini eteğini çekerek kendini izole eder.
O küçücük alanda Yaradan’la baş başa kalır. Doğduğu andan itibaren farkında olarak ya da olmayarak taşıdığı yükleri orada olabildiğince bırakmaya çalışır. Yük hafifler, çile azalır. Bu yoldan geçen birçok büyük âlim vardır; Yunus Emre bunlardan biridir.


Bu yüzden tasavvufta denir ki:
“Hoş olmayanı, sende varsa tanırsın.”
Bir başka perspektif olan Yoga Sütralar üzerinden de hoşgörüyü ele almak isterim. Yoga etik, disiplin, meditasyon, nefes ve farkındalık temelli bir yaşam felsefesidir. Hoşgörünün köklerini oluşturan içsel dönüşüm sürecini Yama ilkeleri üzerinden de okuyabiliriz. Beş maddeden oluşan Yama’lar özetle şöyledir:


Sūtra II.30 – Yama’lar:
Ahimsa – Şiddetsizlik
Başkalarına, kendine ya da herhangi bir canlıya düşünce, söz ve eylemde zarar vermemek.
Yalnız fiziksel şiddetten sakınmak değil; niyet düzeyinde bile incitici olmaktan kaçınmak.
Satya – Doğruluk
Söylediğinin, düşündüğünün ve yaşadığının birbiriyle uyumlu olması; yalan söylememek, yanıltmamak.
Gerçeği söylemek, ama bunu da zarar vermemek ilkesine (Ahimsa’ya) uygun şekilde yapmak.
Asteya – Çalmamak
Başkasına ait olan hiçbir şeyi izinsiz almamak:
Sadece maddi şeyler değil, zamanını, emeğini, fikrini, hakkını da gasp etmemek.
Brahmacharya – Enerjinin korunması / cinsel itidal
Geleneksel olarak cinsel kontrol/itidal anlamına gelir; daha geniş anlamıyla, yaşam enerjisini idrakle kullanmak, savrulmamak, israf etmemek.
Dürtülerin esiri olmadan, enerjiyi bilinçle yönlendirme hâli.
Aparigraha – Tutunmamak / ihtirastan özgürlük
Sahip olma, biriktirme, kontrol etme hırsından özgürleşmek.
Eşyaya, insana, statüye, kimliğe yapışmadan, gerektiğinde bırakabilme hâli.


Yoga Sutralar şöyle der:
Zarar vermeme ilkesi kökleştiğinde, kişinin önünde düşmanlıklar yok olur.
Doğruluk benimsenirse, kişinin sözleri ve hareketleri gerçeğe dönüşür.
Çalmama ilkesi yerleşirse kişiye tüm zenginlikler gelir.
Cinsel enerjiyi doğru kullanma ilkesi güç kazandırır.
Mal mülk hırsından kurtulan kişi hayatın gerçek anlamına ulaşır.
Zarar verebileceğini, yalan söyleyebileceğini bilip yapmamayı seçme hâli, gerçek dönüştürücü güçtür.


Bu ilkeleri iç dünyasında yerli yerine oturtmuş kişi; yani Ahimsa, Satya, Asteya, Brahmacharya ve Aparigraha’yı yaşamının temeline koymuş insan, artık dış dünyayı bambaşka bir yerden deneyimlemeye başlar.
İçsel yamalar oturdukça dış dünya sakinleşir, berraklaşır ve ışır. Hayat daha yumuşak, daha doğru, daha bereketli bir hâl üzerinden deneyimlenmeye başlar.
Çünkü yogi bilir ki:
İç dünyanın aynası dış dünyadır. Zarar görüyorsa ya da adaletsizlik yaşıyorsa, dış dünya ona yalnızca kendi yansımasını göstermektedir. Dış dünyayı kendinden bağımsız görme ikiliğinden uyanmış kişidir o.
Keşişler, tıpkı tasavvuf geleneğindeki dervişler gibi, kendilerini arındırmak için manastırlara çekilir. Dervişlerin “çile” dediğine, keşişler “vipassana” der. Çünkü her ikisi de insanın kendi içsel kayıtlarını görme, çözme ve özgürleşme yolculuğudur.
Vipassanā zihni olduğu gibi gözlemleme; duyular, düşünceler ve duygular üzerinde içgörü geliştirme pratiğidir. Bu gözlem sırasında kişi, deneyimlerin zihinde izler bıraktığını fark eder. Yoga ve Vedanta geleneğinde bu izlere saṁskāra adı verilir.
Bu izler zamanla insanın karakterini, davranışlarını, tepkilerini, alışkanlıklarını, korkularını, arzularını ve eğilimlerini büyük ölçüde şekillendirir. Kısacası bugün büyük ölçüde kim olduğumuzu belirleyen görünmez yazılımlardır. Keşiş bu yazılımı görmek ve dönüştürmek için düzenli olarak meditasyona oturur.
İster çilehanede, ister manastırda, ister evde…


Meditasyon, uzun süreli pratikler üzerine zamanla gelişen bir hâlidir.
Başlangıçta meditasyon yapan kişi, kendi zihniyle kalabilmek için çaba gösterir. Birbiriyle bağlantısız görünen düşünceler durmaksızın akar; zihin kesintisiz bir film şeridi gibi çalışır. Meditasyonda kişi düşüncelerle mücadele etmez; bunun gereksiz olduğunu bilir. Onlarla savaşmak yerine dikkatini belirlediği objeye; nefese, sese, bedendeki bir noktaya ya da bir mantra’ya nazikçe geri getirir.
Bu süreçte kişi zihnine şahitlik etmeye başlar: Düşüncelerin nasıl doğduğunu, nasıl aktığını, nasıl kaybolduğunu görür. Zihnin doğasını fark ettikçe dikkati objeye geri getirmek kolaylaşır ve anda kalma süreleri uzar. Düzenli pratik ilerledikçe kişi artık sadece düşünceleri fark etmekle kalmaz; düşüncelerin duygular üzerindeki etkisini, düşüncelerin kökenini, tonunu ve tekrar eden örüntülerini izlemeye başlar.
Belirli bir sürenin üzerinde meditasyonda kalabilen kişi için yavaş yavaş bir kapı açılır: Zihin sakinleştikçe bilinçaltının karanlıkta kalmış içerikleri yüzeye çıkmaya başlar. Kişi kendi yaralarıyla, tetiklerini oluşturan geçmiş deneyimlerle, bastırılmış duygularla karşılaşır. Bu karşılaşma bir savaş değil, bir çözülme, bir ışılanma, bir merhem olma hâlidir.
Meditasyon derinleştikçe kişi kendi içindeki tüm bu parçalara daha fazla şefkatle yaklaşmayı öğrenir. Kendini anlar. Kendini anladıkça hoşgörü doğal bir şekilde köklenir.
Ve insan fark eder: “Kendime hoşgörüyle bakmaya başladığımda dünya da bana daha hoş görünmeye başladı.”
Hoşgörü kavramına biraz da pmak istiyorum. D tetiklenen duyguları, inandığı hikâyeleri üzerinden yorumlar.
Bu nedenle dış dünya aslında iç dünyanın bir aynasıdır.
Bir yetişkin yaşamında sorunlarla, tekrarlayan döngülerle, çözmekte zorlandığı olaylarla karşılaştığında psikolog çoğunlukla çocukluğa bakmak ister. Çünkü yaşamda ilerlememizi zorlaştıran bazı köklerin izi, çocuklukta atılmıştır.
Örneğin:


Bir ebeveyn çocuğa değersiz hissettirdiyse, bu iz “ben değerli değilim” inancına dönüşür.
Yetişkin olduğunda kişi, her olayda önce değersizliği tanır.
Küçük yaşta terk edilme deneyimi bilinçaltına “yaşam güvenilmez” bilgisini yazar.
Bu kişi yetişkinliğinde sürekli tetikte olur; “ya kaybedersem?” cümlesi arka planda hiç susmaz.
Yeterince aynalanmamış bir çocuk, büyüdüğünde “bağ kurarsam varoluşum tehdit altında kalır” inancını geliştirebilir. Bu, ilişkilerde derin bir güvensizlik yaratır.
Bu örnekleri çoğaltabiliriz; çünkü her birimiz insan deneyiminin farklı sahnelerinden geçen zengin bir hikâyeye sahibiz.
Eğer bir olayda “normalin dışında” bir duygu yaşıyorsak — ölçüsüz öfke, aşırı kırgınlık, yoğun değersizlik, terk edilme korkusu gibi — tam orası bizim asıl bakmamız gereken yerdir.
Çünkü:
Dış dünya tetikler, iç dünya hatırlatır. Dönüşüm tetiklenen yerde başlar.
Bu deneyimlerin önemli bir kısmı, dış dünyanın kendisinden ziyade zihnin yorumunu yansıtır. Yaşamla kurduğumuz ilişki, zihin neye inanıyorsa ona göre şekillenir. Zihin, inandığını doğrulayan kanıtlar arar. Bu yüzden:
İçte kaos varsa dış dünya da kaotik görünür.
İçte huzur varsa dış dünya da dingin görünür.
İçte sevgi varsa insanlar daha nazik görünür.
İçte yargı yoksa dış dünya daha yumuşak gelir.
Hoşgörü, dışarıya gösterilen bir davranış değil, iç temizliğin doğal sonucudur. İnsan, kendi içindeki yargıları, saldırgan düşünceleri, yanlış inançları, çocukluk tetiklerini dönüştürdükçe dış dünya da yumuşar, berraklaşır ve ilişkilerinin kalitesi, kurduğu bağlar değişir.
Psikolojide “saṁskāra”ya en yakın kavramlardan biri bilişsel şemadır. Şemalar, çocukluk deneyimleriyle oluşan ve yetişkinlikte olayları yorumlama biçimimizi otomatik olarak belirleyen zihinsel yapılardır. Özellikle şema terapi yaklaşımı, değersizlik, terk edilme, güvensizlik gibi erken dönem yaşantıların yetişkinlikte tekrar eden kalıplar olarak ortaya çıktığını anlatır. Bu şemalar aktif olduğunda kişi:
Nötr bir sözü eleştiri gibi algılayabilir,
Küçük bir mesafeyi terk edilme gibi yaşayabilir,
Basit bir hayır’ı reddedilme gibi hissedebilir. Yani gördüğü “dış dünya”, aslında kendi iç kayıtlarının süzgecinden geçer.
Psikanalitik kuramda yansıtma (projeksiyon), kişinin kendi kabul edemediği duygu ve özelliklerini başkalarında görmesi olarak tanımlanır.
Örneğin:
Kendi öfkesini bastıran biri, sürekli “herkes bana karşı agresif” diyebilir.
İçteki kıskançlık, “onlar hep bana kötü niyetli” şeklinde algılanabilir.
Beynin değişebilme kapasitesi, yani nöroplastisite, hoşgörü, empati, duygusal düzenlemenin sonradan geliştirilebilir olduğuna dair en güçlü bilimsel zemindir.
Araştırmalar gösteriyor ki:
Düzenli meditasyon, farkındalık ve öz-şefkat pratiği yapan kişilerin beyinlerinde, dikkat, duygu düzenleme ve empatiyle ilgili bölgelerde yapısal ve işlevsel değişimler görülüyor.


Hoşgörü:
Bir yanıyla tasavvufun gönül genişliği,
Bir yanıyla yoganın saṁskāra temizliği,
Bir yanıyla psikolojinin şema dönüşümü,
Bir yanıyla nörobilimin nöroplastisitesidir.
Ez cümle, "Hoşgörü, başkasının kusurunu yok saymak değil; o kusurun sende tetiklediği duyguyu dönüştürdüğün anda başlar."
Bir düşünce pratiği ile sözlerimi tamamlamak isterim: “Gözleyen, gözleyen konumundan çıktığında; gözlenenle kurulan ilişki nasıl değişir?”