Seçimlere giderken iktidar muhalefetin karşısına kendisinden çok ‘Devlet’i koyarken, bu ideolojik yapının çerçevesini inanç ve milliyetçilik kavramlarıyla sağlamlaştırmıştı.

Devletin tüm kurum ve kavramlarını kendisiyle özdeşleştirirken toplumun din ve milliyetçilik hassasiyetlerini sonuna kadar manipüle etti ve bunun sonucunu da sandıkta aldı. Uzun dönemli propaganda, enformasyon ve endoktrinasyon çabalarıyla toplumdaki bu hassas duyargaları da zaten kendileri oluşturmuştu zaten. Bu ektiklerinin ürünlerini seçimlerde hasat etmeleri çok da zor olmadı.

Kendilerini en güvende hissettikleri siyaset alanı inanç zemini olduğundan, bu elverişli ve kolaycı yöntemden dün olduğu gibi bugün ve yarın da vazgeçmeyeceklerdir. Toplumun geleceği olan çocuk ve gençlerin algı, zihin ve duygu dünyalarını mümkün olabildiğince bu kavramlarla doldurma çabalarını artırarak devam ettiriyorlar. Milli Eğitim Bakanlığının Diyanet ile yaptığı “manevi danışmanlık” protokolü de bu çalışmaların bir ürünüydü.

ÇEDES: ÇEVREME DUYARLIYIM, DEĞERLERİME SAHİP ÇIKIYORUM
Son yıllarda Milli Eğitim Bakanlığı ile Diyanet İşleri Başkanlığı'nın dini vakıf ve dernekleri arasında çok sayıda iş birliği protokoller imzalandığını biliyorduk. Eğitimin dinselleşme sürecini hızlandırılan bu ortak projeler ile laik eğitimin son kırıntıları da yok edilmeye çalışılıyor. “Dini ve manevi değerleri” Kendi siyasal anlayışlarına uygun şekilde gençlik üzerinden topluma empoze çabalarının son örneği 'Çevreme Duyarlıyım, Değerlerime Sahip Çıkıyorum (ÇEDES)” projesi oldu.

Laik-bilimsel eğitim anlayışına ve eğitim biliminin temel gereklerine aykırı bir çerçevede hazırlanan bu proje (seküler yaşam alışkanlıkları ile bilinen )Eskişehir ve İzmir illerinde uygulanmaya başlandı. Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı okullara ‘manevi danışman’ adı altında imamlar atandı.

Proje adında geçen “çevre” kavramı ile ekolojik çevremiz, “değerler” kavramını ile de temel evrensel insani değerleri kastettiklerini düşünmezsiniz umarım! Öyle olsaydı bu eğitimleri herhalde imamlar değil temel uğraş alanları ekoloji, iletişim ve davranış bilimleri olan kurum uzmanları verirlerdi. Amaçları gayet açık ve net; imam hatiplileştiremedikleri gençlere dini eğitimi empoze etmek, hepsi bu.

'MANEVİ DANIŞMANLIK!' DİYANET'E EMANET
Biliyorsunuz iktidarımız insanların maneviyatlarını (!) çok ciddi dert edindiğinden ve bu alanda boşluk bırakmak kabul edilemediğinden ne yapıp edip bu ‘hizmeti’ veriyor. “Manevi danışmanlık” faaliyetlerini AKP iktidara gelir gelmez 2003 yılında Diyanet içinde “Aile İrşat ve Rehberlik Büroları” kurarak ilk kez hayata geçirmişti. Yeni Türkiye’de azami etkinleştirilen Diyanet tarafından bu ‘hizmet’ toplumsal hayatın tümüne yayılmaya devam ediyor.

İnanca yönelik her türlü dayatmanın toplumsal gerilimlere ve ayrışmalara neden olduğu, bir arada yaşama kültürünü olumsuz etkilediği bilinmektedir. Gençlere yönelik dini eğitim dayatmalarının ise psikolojik problemlere sebep olduğu, gençlerin bazen içlerine döndükleri ve sosyalleşmeden uzaklaştıkları uzmanlar tarafından vurgulanıyor. Sonu intiharlara varan dramları giderek daha sık duymamızda, dini baskıların etken olduğu biliniyor.

Geçen yıl Kredi ve Yurtlar Kurumu ile Diyanet vakıfları arasında yapılan protokol ile KYK yurtlarında “manevi danışmanlık” hizmeti uygulamaya geçirilmişti. Bu uygulamalar sonrasında öğrenciler yurtlarda dini baskı yaşadıklarını söylemişler ve Akdeniz Üniversitesi kampusundaki KYK yurtlarında kalan üç öğrenci bir ay içinde intihar etmişti. İntiharlar sonrası bu uygulamaya son verilmiş, bunların yerine öğrencilerin sorunlarını dinlemek üzere psikologlar görevlendirilmişti.

DİNİ BASKILARIN ÖLÜME SÜRÜKLEDİĞİ GENÇLER
Ocak 2022’de Elazığ’da Tıp Fakültesi öğrencisi Enes Kara cemaat ve aile baskısı sebepleriyle intihar etmişti. Bu olayı ele aldığım yazımda; sorunun dört tarafı olan 1. Devlet, 2. cemaat, 3. aile ve 4. gençlik boyutları üzerinden konuyu irdelemeye çalışmıştım.

Benzer bir dini baskı intiharını da geçtiğimiz hafta, Şanlıurfa’da yaşandı. Kaçak bir medreseye gönderilen 12 yaşındaki Abdulbaki’nin medresenin yanındaki ahırda asılı halde bulunduğunu öğrendik. Bu medresede bir yıldır eğitime zorlanan 12 yaşındaki çocuk iki defa kaçtığı halde ailesi tarafından tekrar medreseye teslim edilmiş.

Açılışında AKP Urfa eski Milletvekili Halil Özcan’ın da bulunduğu, Menzil mensuplarının kurduğu Semerkand Vakfı’nın denetimindeki medresede 20 çocuk yatılı olarak “dini eğitim” görüyordu. Diyanet’e bağlı olmayan medresede kaçak eğitim veren “fahri imam” olay sonrası ifadesi alındıktan sonra serbest bırakıldı ve kaçak medrese kapatıldı, öğrenciler ise ailelerine teslim edildi.

Keşke bu yaşanan acı olay bu tür kurumların daha sıkı denetime tabi tutulmalarını sağlasa, ama nerde? Anadolu’da benzer binlerce kaçak dini öğretim kurumu yeni adli vakalar ve ölümler ortaya çıkana kadar faaliyetlerine serbestçe devam edecekler maalesef.

LAİK EĞİTİM SİYASAL İSLÂM'A EMANET!
Siyasal amaçlar gereği olarak eğitim sisteminin dindarlaştırılması meselesini “Eğitimde Çöküş – İnanç Eksenli Eğitim ve Sonuçları” kitabımda derinlemesine ele almıştım. Tüm AKP’li Milli Eğitim Bakanları eğitim sisteminde küresel rekabetin gereği; sorgulayan, yaratıcı ve üreten parlak gençlik yerine zihinleri inanç ekseninde formatlanmış kuşaklar yetiştirme amacına hizmet ettiler.

Temmuz 2018 ile Ağustos 2021 yılları arasında üç yıl görev yapan Ziya Selçuk AKP hükümetlerinin güya en seküler Milli eğitim bakanıydı! Onun döneminde karşı devrim niteliğinde en radikal anti-laik dönüşümler yapılmıştı.

Selçuk’tan sonra atanan Milli Eğitim Bakanı Mahmut Özer’in ilk icraatı, 2021 Aralık’ta toplanan 20. Millî Eğitim Şûrasında, (“değerler eğitimi” kisvesinde) din eğitiminin okul öncesi öğretime kadar indirilmesi kararlarını çıkarmak olmuştu.

Son Milli Eğitim Bakanımız Yusuf Tekin de laik ve seküler eğitime net karşı duruşu ile tanınıyor. Tekin dokuz yıl önce Yeni Akit'e verdiği bir röportajda “Eğitimin karma (kız-erkek karışık) olmasını zorunlu kılan bir düzenleme yok. Halkın istediği şekilde Milli Eğitim Bakanlığı gerekli düzenlemeyi yapardiyebilmişti. AKP bu Yusuf Tekin’i çok seviyor ve önemsiyor. Rektörlük için gereken 3 yıl profesörlük şartını karşılayamayan Tekin için kanun değiştirilmiş, Tekin’in atamasının ardından kanun tekrar eski haline döndürülmüştü.

MİLLİ EĞİTİM SİSTEMİNİN 'İMAMESİ': YERLİ VE MİLLİ DEĞERLER
Bu meşhur “Değerler Eğitimi”ni ilk kez Haziran 2017’de dönemin MEB Talim ve Terbiye Kurulu Başkanı Alpaslan Durmuş enteresan bir metaforla ortaya koymuştu: Talim Terbiye başkanı “yerli ve milli değerlerimiz bizim programımızın imamesidir. Her bir program unsuru ve her bir ders birer tespih tanesi ise bu tespih tanelerinin en tepesinde ve hepsinin önünde bir tespih imamesi olarak değerlerimiz durmaktadır” demişti. Yani “yerli ve milli değerler” milli eğitim sisteminin “imamesi” olacak; bilimsel eğitimin temeli olan bilim, fen, matematik, sanat, kültür ve diğer içeriklerdeki dersler (bu “milli-manevi” imamenin arkasında) boncuk gibi hizaya girmiş unsurlar olarak ele alınabilecekti.

Okullarımızda ve okul öncesinde değerler eğitimi çerçevesinde çocuklarımıza keşke evrensel insani değerler verilse, buna kimse bir şey diyemez tabi ki. Uyguladıkları eğitim programları ahlakı dindarlığa, dini de tek bir egemen inanca indirgiyor. “Milli ve manevi değerler eğitimi” kisvesinde çocuklara doğrudan dini bilgiler empoze ediliyor. Bilimsel araştırmalara göre; okul öncesi din eğitimi çocuklar üzerinde gelişimsel ve psikolojik olumsuz etkiler yanında toplumsal barış için sakıncalı sonuçlar doğurabiliyor.

Gelişmiş, medeni toplumlarda çocuklara UNESCO’nun da desteklediği ‘Yaşayan Değerler Eğitimi Programı’nın 12 evrensel değeri veriliyor. Bunlar; mutluluk, dürüstlük, alçakgönüllülük, işbirliği, özgürlük, sevgi, barış, saygı, sorumluluk, sadelik, hoşgörü, birlik ve ayrıca cesaret ve adalet değerleridir.

Siyasal iktidarlarını toplumsal ayrışmalara dayamış olanlar, bu sayılan temel insani değerlere dayalı bir toplumu maalesef arzu etmiyorlar. Bu insani değerlerle yetişmiş gençliğin oluşturduğu ülkede ayrıştırmacı köhne zihniyetlerin iktidarına yer olmadığını biliyorlar çünkü.