Geçtiğimiz hafta iktidarın “etki ajanlığı” yasa tasarısı tartışılmaya devam ederken bu hafta da Cumhurbaşkanlığı’nca değiştirilen “Seferberlik ve savaş hali Yönetmeliği” gündeme girdi.

Mevcut iktidar demokrasi, insan hakları ve evrensel hukuka dayanarak sürdürülebilir olmadığından, tüm yeni düzenlemeler (kaçınılmaz olarak) tek adam otoritesini pekiştirir nitelikte oluyor. Haziran 2013 Gezi direnişi, 17-25 Aralık 2015 yargı operasyonları ve ardından Temmuz 2015 FETÖ’cü darbe kalkışması sonrasında iktidar hukuk ve demokrasiden planlı bir ajanda çerçevesinde uzaklaşılıyor. Öncelikli kaygıları mevcut konumlarını korumak olduğundan, yasalarda kalmış son demokrasi ve hukuk kırıntılarını da itina ile ayıklamaya devam ediyorlar.

Güya “yumuşama-normalleşme” denilen bu dönemde demokratik yönde herhangi bir açılım girişimi görülmezken tüm gelişmeler antidemokratik yönde olmaya devam ediyor. Müebbet hapse mahkûm Osman Kavala’nın yeniden yargılanma talebinin reddinin ve Kobani davasından çıkan ağır cezaların da bu güvenlikçi stratejinin sonuçlarından olduğu görülüyor.

‘ETKİ AJANLIĞI’ YASA TASARISI NEYİ İÇERİYOR

AKP’nin yakında Meclis’e sunmayı planladığı 9. Yargı paketi metninde yer alan “etki ajanlığı” düzenlemesi, iktidar despotizminin varabileceği boyutu anlamak için önemli bir örnek.

Öncelikle bu kavramı biraz açalım. Siyasette “etki ajanlığı”; belirli politik hedeflere ulaşmak veya kamuoyu üzerinde belirli bir yönde etki yaratmak amacıyla kullanılan stratejiler ve taktikler bütünü olarak görülüyor.

Bu yasa paketi düzenlemesindeki bir maddeyle TCK’nın 328. Maddesinde tanımlanan “casusluk” ve 339. Maddesindeki “Devletin güvenliği ile ilgili belgeleri elinde bulundurma” suçlarına ek olarak yeni bir suç tanımı yapılıyor. “Devletin güvenliği ile iç veya dış siyasal yararları aleyhine yabancı bir devlet veya organizasyonun stratejik çıkarları veya talimatı doğrultusunda gerçekleştirilen bazı fiillerin” 3 yıldan 7 yıla kadar hapisle cezalandırılması öngörülüyor.

Taslağa destek veren MHP düzenlemenin uluslararası fonlar ve hibelerden yararlanan bazı kuruluşları hedef aldığını açıklıyor. Muhalefet ise, teklifin bu haliyle yasalaşması halinde, gazetecilerin, sivil toplum örgütlerinin, araştırmacıların kolaylıkla “etki ajanı” ilan edilip tutuklanabileceğini söylüyor.

‘ETKİ AJANLIĞI’ DÜZENLEMESİNE NEDEN GEREK DUYDULAR?

İktidar bu düzenlemeyi “devletin iç veya dış siyasal yararına yönelik olarak gerçekleştirilen yeni tip ajanlık faaliyetleriyle mücadele” gerekçesine dayandırıyor. Oldukça muğlak ifadeler içeren bu düzenlemedeki asıl niyetlerinin çok farklı olduğu yönünde ciddi kuşkular bulunuyor. Bu kuşkuları biraz açmakta yarar var.

Evrensel hukuk ve demokrasi kriterlerini kendi varlığı için risk gören iktidar yaklaşımı, bu yöndeki demokratik çabaları kriminalize etmek için bazı gerekçeler üretmek zorunda kalıyor. İçe kapalı ve demokratik dünyaya mesafeli bu güvenlikçi yaklaşımlarını, ürettikleri bazı komplo teorilerine dayandırıyorlar. “Dış güçler” ve “etki ajanları” söylem ve iddiaları, işte bu güvenlikçi paranoyanın ürettiği komplo teorilerindendir.

Aslında kendilerinin de inanmadıkları bu söylem ve iddialara göre; ülkemizin birlik ve dirliğine yönelik faaliyet gösteren sivil kuruluş görünümlü kimi faaliyetleri, bazı yabancı mali fonlar destekliyor. Bu komplocu mantığa göre, Erdoğan iktidarının (demokratik yöntemlerle de olsa) son bulmasına dönük sivil toplum görünümlü tüm örgütlü çalışmalar, bu ülke menfaatlerine dönük yıkıcı faaliyetlerdir! Bu sebeple; tek gayeleri mevcut iktidarı indirip kendi kontrollerinde yeni bir hükümet kurmak olan dış odakların tüm faaliyetleri doğrudan “etki ajanlığı” kapsamındadır. Bu tasarı işte tam bu bakış açısının bir ürünüdür.

Mevcut yasalarla cezalandıramadıkları muhalifleri sindirmek, sinmeyenleri de kolayca içeri tıkabilmek için düzenledikleri “etki ajanlığı” yasa tasarısı ile yeni bir “cadı avı” dönemi başlatılacağı öngörülüyor.

TEK İMZA İLE “SEFERBERLİK VE SAVAŞ HALİ” İLANI

Son günlerde tartışılan bir diğer gelişme de, Cumhurbaşkanlığı tarafından yayımlanan Seferberlik ve Savaş Hali Yönetmeliği” oldu. Bu düzenleme ile 34 yıldır yürürlükte olan “Seferberlik ve Savaş Hali Tüzüğü” yürürlükten kaldırıldı. Bu konuda kararı alma yetkisi Bakanlar Kurulu’ndan alınıp Cumhurbaşkanlığı’na verildi.

Cumhurbaşkanı, savaşı gerektirecek bir durumun baş göstermesinin yanı sıra “ayaklanma olması, vatan veya Cumhuriyete karşı kuvvetli ve eylemli bir kalkışmanın veya ülkenin ve milletin bölünmezliğini içten veya dıştan tehlikeye düşüren davranışların ortaya çıkması” durumlarında da seferberlik ilan edebilecek.

Bu cümledeki “…içten veya dıştan tehlikeli davranışlar” ibareleri kafaları karıştırdı, tartışmaları başlattı. Bu muğlâk yetki ile birçok yasal hak ve özgürlüklerin sınırlandırılabileceği, Gezi eylemleri gibi barışçıl eylemlerin iktidar tarafından “ayaklanma” olarak adlandırmasının önünün açılacağı iddia edildi.

Her tür barışçıl toplu eylemi kendisine yönelik siyasi bir kalkışma olarak gören bir Cumhurbaşkanı tarafından yönetilen ülkede, bu düzenlemenin amacı dışında kullanılabileceğini düşünmek elbette makuldür. Cumhurbaşkanı’nın, kendi iktidarına dönük barışçıl gösterilere karşılık, “ülkenin ve milletin bölünmezliğini içten veya dıştan tehlikeye düşürüyor, seferberlik ilan ediyorum” demeyeceğinin garantisi var mıdır?

ASIL ÖNEMLİ DEĞİŞİKLİK 2018'DE GERÇEKLEŞMİŞTİ

Biz bugün Seferberlik ve Savaş Hali Tüzüğünü kaldıran Yönetmeliği tartışıyoruz ancak asıl önemli değişiklik 2018’deki kanun değişikliği ile olmuştu.

Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemine geçilmesinin ardından 2018'de, 1983 yılına ait Seferberlik ve Savaş Hali Kanununun 10. Maddesindeki değişiklikle seferberlik ilan yetkisi Bakanlar Kurulundan alınıp Cumhurbaşkanına verilmişti. Ayrıca daha da önemlisi; seferberlik ilanı konusunda “Milli Güvenlik Kurulu görüşünün alınması” zorunluluğu da ortadan kaldırılmıştı. Bu kritik dönüşümün o günlerde olduğu gibi bu gün de tartışma konusu olmaması, önemli bir gözden kaçırma olarak değerlendirilebilir.

2018’deki değişiklik ile Yasanın 10. Maddesi; "Savaşı gerektirecek bir durumun baş göstermesi, ayaklanma olması veya vatan veya Cumhuriyete karşı kuvvetli ve eylemli bir kalkışmanın veya ülkenin ve milletin bölünmezliğini içten ve dıştan tehlikeye düşüren davranışların ortaya çıkması hallerinde, Cumhurbaşkanı genel veya kısmi seferberlik ilanına karar verir” halini almıştı.

İktidar bu son yönetmeliği "yeni sistemdeki hukuki duruma uygunluğun sağlanması” olarak açıklıyor ancak durumun bu kadar basit olmadığı çok açık. Yeni sistemde “Bakanlar Kurulu” diye bir organ kalmadığından, önceki anayasaya göre bu kurula verilen yetkileri Cumhurbaşkanının tek başına kullanması durumunu olağan karşılar olduk diyelim. Ancak bu kararın alınmasında MGK’nın devre dışı bırakılması nasıl açıklanır?

696 SAYILI KHK: 'İÇ SAVAŞ KARARNAMESİ'

Erdoğan’ın iktidarını koruma refleksini yasal düzenlemelere de yansıtmasının ilk önemli örneğini Aralık 2017’de yayımladığı, kamuoyunda “İç savaş Kararnamesi” diye anılan 696 sayılı KHK ile görmüştük. Bu kararnamede; “15 Temmuz darbe girişimi ve terör eylemleri ile bunların devamı niteliğindeki eylemler kapsamına sokulacak girişimlerin bastırılması kapsamında hareket edecek sivillerin hiçbir sorumluluğu olmayacağı hususu düzenlenmişti. Bu KHK düzenlemesi ile muhaliflere “oturun oturduğunuz yerde” denirken, iktidar yanlılarına da “korkmayın, elinizi korkak alıştırmayın, arkanızda devlet var, ceza yok” garantisi ve morali verilmişti.

O günlerde çok tartışılan bu KHK tüm itirazlara rağmen harfi değiştirilmeden yürürlüğe sokuldu ve halen yürürlükte. Bu KHK’daki 15 Temmuz’un devamı niteliğinde eylemler tanımının muğlâklığı o günlerde çok tartışıldı. Bu tanımın kapsamına iktidarı rahatsız eden her türlü demokratik kitle eylemlerinin, yürüyüşlerin, protestoların sokulabileceği konusunda çok ciddi kaygılar dile getirildi. Sırf bu sebeple Cumhurbaşkanı Erdoğan ile eski Cumhurbaşkanı Abdullah Gül kamuoyu önünde açıktan gelişen ilk kapışmalarını yaşamışlardı.

Kendisini devlet partisi olarak gören AKP meşru yollardan da olsa iktidarını kaybetme olasılığını bir kâbus olarak görüyor. Bu yüzden kendisine dönük tüm meşru ve demokratik kitle eylemlerini “devlete karşı kalkışma” gibi görmeye ve göstermeye çalışıyor.

696 sayılı İç savaş Kararnamesi gibi tehlikeli olan “Etki Ajanlığı Yasa Tasarısı” ve “Seferberlik ve Savaş Hali Yönetmeliği” gibi tüm baskıcı mevzuat dönüşümlerine karşı demokratik tepki diri tutulmalıdır. Alışma ve kanıksama, ülkeyi karanlığa götürenlerin ellerini daha da rahatlatacaktır. Geliştirilecek sivil demokratik mücadelenin meşru dayanakları; mevcut Anayasamız ve imzacısı olduğumuz uluslararası hukuktur.