Osmanlı Devleti, son yüzyılında fiili sömürge konumuna düşmüştü. Yeteneksiz sultanların, liyakatsız devlet adamlarının, saray müsrifliğinin, asker siyasallaşmasının vb nedenlerle iflasın eşiğine gelmiş. Avrupa’nın alacaklı yedi devletinin 1881 yılında kurduğu Duyun-u Umumiye İdaresi, devletin maliyesini fiilen yönetmeye başlamıştı.

Sultan Abdülaziz (1861-1876), ihmal edilmiş donanmayı güçlendirmek için atılımda bulunur. 1867 yılında Bahriye Nezareti kurar. 30’u zırhlı, 70’i ahşap olmak üzere yaptırdığı gemilerle donanmayı 106 pare büyüklüğüne ulaştırır. Gerçi bunlar zamanın ileri teknolojisi ile yapılmış gemilere göre demodedir. Ama uzun süreli ihmal ve eksilmeler düşünüldüğünde, görkemli bir çıkış olarak görülür.

Ancak Sultan Abdülaziz bir suikast (kimi görüşe göre intihar) sonucu yaşamını yitirince, tüm çabası anlamını yitirir!

Çünkü Mustafa’nın (deli) üç aylık sultanlığından sonra II. Abdülhamit sultan oldu. Tahta çıkabilmek için zamanın aydınları ile bürokratlarına anayasa ve meclis kabul edeceğini vaat etmişti. Gerçekten de 1876’da tahta çıkınca, Sadrazam atadığı Mithat Paşa’nın hazırladığı Teşkilat-ı Esasiye yasasını yürürlüğe koydu. Meclis-i Mebusan’ı topladı. Meşrutiyet ilan etti. Ancak tahta oturduktan kısa bir zaman sonra Anayasa ve Meclis’ten rahatsızlığını belirtmeye başladı. Kimi yetkilerin paylaşılmasından duyduğu o rahatsızlığı bir bahaneyle giderdi:

Bahane, “93 Harbi” diye isimlendirilen 1877-1878 Osmanlı Rus savaşı oldu. Meclisi kapattı, anayasayı rafa kaldırdı. Ardından da Bahriye Nazırı Bozcaadalı Hasan Hüsnü Paşa komutasındaki donanmayı, Haliç’e demirledi.

Yıllarca kıpırdamadan yerinde duran ve bakımı yapılmayan gemiler, çürümeye yüz tuttu. Paslanma ve delinmeler nedeniyle hareket kabiliyeti yok oldu. Nitekim leventler, “Kasımpaşa kahvelerinde pinekler” oldu. Subaylar, ancak şemsiyeler altında gemilerin kamaralarına giriyordu (Osman ziya Karal’ın 1996 Ankara basımlı Osmanlı Tarihi C-7 ; Şakir Batmaz’ın 2002 Kayseri basımlı II. Abdülhamit Devri Osmanlı donanması; Orhan Koloğlu’nun 1987 İstanbul basımlı Abdülhamit Gerçeği adlı kitaplar…)

Bu acı durum, 1897 Yunan Savaşı sırasında bütün yalınlığıyla ortaya çıktı. Savaş alanına gitmek üzere hareket ettirilen gemiler, Sarayburnu’na varmadan parçalanmaya başlamıştır.

Bahriye Nazırı Hasan Rami Paşa (1903-1908) anlatısına göre; Haliç’ten çıkan gemiler Çanakkale’ye zor ulaşır. Amiral gemisi olan Mesudiye’nin 8 kazanından 3’ü patlar. Üstelik hiçbir geminin ne fişekleri ve ne de projektörleri vardır!

Sultan II. Abdülhamit (1876-1909); aşırı vesveseli biri olduğu için, donanmanın kendisine suikast yapacağı endişesine kapılmıştır!

Orhan Koloğlu’na göre hem suikast kuşkusu, hem dışa karşı kışkırtıcı görüntü vermemek düşüncesi gibi nedenlerle donanmayı çürütecek kadar demirlenmiş halde tutmuştur.

Enver Ziya Karal da; “sadece padişahın müptela olduğu ve tedavisi mümkün olmayan vehmi” donanmanın çürütülmesine yol açtı” savını öne sürer.

Her ne nedenle olursa olsun, donanmanın hareketsiz ve işlevsiz bırakılması; devlete pahalıya mal olur! O kanıyla Orhan Koloğlu; “bu tutum sonunda bütün Doğu Akdeniz’e, Kızıl denize, Karadeniz’in yarı kıyılarına sahip olan Osmanlı Devleti, deniz gücünden yoksun bırakıldı” der.

Sultan II. Abdülhamit’in donanmada görevlendirdiği Amiral Woods da padişahın ruh haliyle donanmayı Haliç’te bağlama arasında bir ilgi kurar: “Abdülhamit’in Dolmabahçe’den ayrılıp Yıldız Sarayı’na geçmesinin asıl sebebi; muhtemelen amcasının tahttan indirilmesinde deniz kuvvetlerinin üstlendiği rolü bilmesinden kaynaklanıyordu” teşhisinde bulunur.

Donanmanın çürümeye terk edilecek kadar hareketsiz bırakılmasını ekonomik koşullar ve parasızlık nedenleriyle açıklanamaz aslında. Çünkü hareketsiz bırakıldığı süreçte normal bakımı bile yapılmamıştır.

Çürümeyle ilgili olarak 27 Mart 1907 tarihinde Meclis-i Mebusan’da okunan Bahriye Encümeni Mazbatası, işin gerçeği hakkında fikir verir: “Donanma Haliç’te hareketsiz bırakılmış. Ateş talimi ve manevradan kaçınılmış. Buna kalkışmak bile büyük suç sayılmıştır. Haliç’te donanmayı oluşturan gemilerin sayıları ve tipleri bellidir. Ancak personeli eğitim yapmıyor. Bakımları yapılmayan gemiler pastan çürüyorlardı. Donanma subayları sadece teorik bilgilere sahip bulunuyorlar; uygulamada yetersiz kalıyorlardı.”

Bahriye Nazırı Hasan Rahmi Paşa gerçekleri benzer şekilde İstanbul basımlı Hasan Paşa ve Harekatı); ortaya koyar: “Tersane tesislerinin hiç biri işlemiyordu. Bahriyece mühim olan havuz kapakları da haraptı. Torpido istimbotları kıçtan karaya bağlanmıştı. Alt tarafları pas tutmuştu; çürüyorlardı, bitiyorlardı. Kasımpaşa kahvehanelerinde esnemekle vakit geçiren biçare bahriyelilere daima tesadüf edilirdi. Askerler silah kullanmanın en basit kaidelerini bile bilmiyorlardı. Bahriye Nezaretini borca boğulmuş buldum. Ne para veriliyordu ne de itibar kalmıştı. Ayrılan bütçenin ancak üçte birinin verilmesi adet haline gelmişti (…) Nihayet gemiler çürüdü. İçlerinde asker barınamayacak hale geldi. Subaylar bile kamaralara şemsiyeler açık olarak girip çıkar oldular. Çürüklük bir raddeye kadar vardı ki artık bu gemilerin kalafat edilmeleri bile imkansız hale geldi. Tamirat için yazılan yazılar hep hasıraltı ediliyordu (Osman Öndeş’in Hasan Rahmi Paşa ve Hatıratı).

Ne var ki bu durumu haklı gören ve savunanlar da ortaya çıktı: Sultan Abdülaziz’in hatasına Abdülhamit’in düşmediğini öne sürerler. O dönemde donanmanın işe yaramadığını, hem de deniz teknolojisinin hızlı değiştiğini, Abdülhamit’in bunu dikkate aldığı gerekçesini ileri sürerler.

Tarihçi Sinan Meydan (28 Nisan 2020 tarihli sözcü); “Kimi Abdülhamitçiler –Abdülhamit’in donanmayı Haliç’te çürütmediğini, tam tersine daha da güçlendirdiğini- iddia ediyorlar” saptamasında bulundu. Abdülhamit savunucuları, Abdülaziz’in dünyanın 3. Donanması kurmasını “hata” olarak görürler (R. Batmaz).

Bu tür iddiaların nedeni; 1890’dan itibaren Alman askeri danışmanların bulundurulması, belli onarımların yapılması, yurt dışına eğitim amacıyla bahriyeli gönderilmesi; destroyer, gambot, torpido ve kruvazör siparişlerinin verilmesidir.

Prof. Metin Hülagü ise; donanmanın işe yaramadığını; “şuurlu biçimde” çürümeye bırakıldığını öne sürerek şunları ekler: “Abdülhamit döneminde denizcilik ihmal edilmiştir. Donanma Haliç’te çürümeye terk edilmiştir, ama şuurlu bir terk ediştir. Bilerek yapılmıştır ve öyle gerektiği için öyle yapılmıştır. Yoksa bir ihanet, gaflet ve donanmayı hakikaten çürütme niyeti yoktur. İhmal edilmiştir. Çünkü Abdülhamit dönemi donanmanın işe yaramadığı bir dönemdi. Sınırlarımıza, denizle olan münasebetlerimize, mali yapımıza, teknolojik alt yapımıza baktığımızda Abdülhamit döneminde donanmanın ihmal edilmesi gerekmekteydi” şeklinde eksantrik bir fikir belirtir! Oysa devletin dört bir tarafı denizle çevrili olması ile Yunanlıların donanma üstünlüğüyle galebe geldiği göz ardı ediliyor!

Bir başkası da Abdülhamit’in eksikleri gidermek için Haliç’te beklettiğini; Krupp ve Nordenfeld adlı yeni sistem toplarla teçhiz etmek istendiğini, bunun için donanma komutanlığı ile Bahriye Nezareti’ne 1890’da gönderilen iradelerin cevapsız kaldığını öne sürerek mazeret üretir. Abdülhamit’e rağmen yeterli bütçe ayrılmadığını belirterek Sadaret Makamı ile Maliye Nazırlığını suçlar (sanki böyle cüret edilebilirdi).

Oysa sultan Abdülhamit; büyük bir donanma yerine küçük torpidolardan oluşan sahil koruma filosunu amaçlamıştır.

Karadeniz ile Akdeniz gibi stratejik denizlerde iddiası olan bir devletin donanma ihmal etme lüksü yoktur aslında. Fanatik bağnazlıkla gösterilen mazeretler gerçekçi olmaz.

Nitekim Avrupalı devletler, adeta Osmanlı ile oyun oynamıştır. Her sorun oluştuğunda “donanma göstererek” istediklerini almışlardır!

Örneğin 1881 yılında Fransızlar donanmayla Tunus’u, 1882’de İngilizler donanmayla Mısır’ı işgal eder. 1879’da İngiltere bazı reformlar önerir. Abdülhamit kabul etmeyince İngiliz donanması Ege’ye gelir. Osmanlı Devleti söz konusu reformların yapılmasını kabul eder. Keza 1897’deki kara savaşında Yunanistan bozguna uğrar. İki zırhlıyla gelip Çanakkale Boğazı’nı ablukaya alır; anlaşma gerçekleşir.

Bu olaylardan sonra Avrupalı yazarlar; “artık –Türk gibi kuvvetli yok- yerine Türk gibi zayıf demeliyiz” derler. Artık bir donanmanın bayrak göstermesi Türkiye’nin her şeyi kabulü için yetiyor” demeye başlamıştır (Orhan Koloğlu). Ya da, “Türkiye’ye iş yaptırmak için bir zırhlının tepesinde bir Fransız bayrağının gösterilmesi yeterlidir” cümleleriyle alay etmişlerdir.

İstihzadan haksız da değillerdi. Çünkü Sultan Abdülhamit, Londra’nın bir alacağını ödemekten kaçınmış. Bunu üzerine Fransız gemiler 1901 yılında Midilli gümrüğünü işgal eder. İngiliz alacağı apar topar ödenir.

Bir başka olay, yabancıların Osmanlı sularında avlanmalarına yasak getirilmesiyle yaşanır. 1902’de Yunanistan, bu yasağa rağmen iki gemiyle gidip Trablusgarp sularında sünger avlar; bir engelle karşılaşmaz.

1903 yılında İskenderun’da bir Ermeni tutuklanır. ABD Konsolosu protesto eder. San Fransisko kruvazörü İskenderun önlerine gelir. Tutuklu serbest bırakılır ve özür dilenir (İzmir’de tutuklu papazın ABD tehdidi üzerine serbest bırakılması gibi)!

Avrupalı 6 devlet,1905’de Makedonya ekonomik işlerini yürütmek için birer murahhas göndermek ister. Kabul görmeyince, Almanya dışındaki 5’linin donanması Midilli ve Limni’yi işgal eder. Abdülhamit murahhasların oluşturacağı “mali işleri denetleme” komisyonunu kabul eder.

1906 yılında Osmanlı güçleri, Hicaz demiryolunun güvenliği için Tabab’ı işgal eder. Fakat İngiliz donanması Pire’de toplanmaya başlayınca Abdülhamit, İngilizlerin istediği şekilde çözümü kabul eder.

1911’de İtalya, Trablusgarp’ı işgal eder. Ardından da “12 Ada’yı. Fırsatı ganimet sayan Yunanlılar da Ege adalarını işgal eder.

1915’de İngiliz, Fransız, İtalyan birleşik donanması Çanakkale Boğazı’nı zorlamaya başlar.

Bütün bu cüretkarlıklar; Akdeniz’in Osmanlı gölü haline getirmesini sağlamış olan donanmanın Haliç’te çürütülmesinden sonra gerçekleşmiştir!

Türk denizcileri ve TSK’nin “kumpas” davalarıyla çökertilmesi ile donanmanın Haliç’te çürütülmesi arasında bir benzerlik yok mudur?