Atatürk, egemenliği saraydan alıp halka vermişti. Cumhuriyet ile halk egemenliğini kesinleştirmiş; TBMM’e de “egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” yazdırarak ilan etmişti.

İkinci Dünya Savaşı’ndan hemen sonra, “milli şef” özelliği bırakan İsmet Paşa; çok partili parlamenter sisteme geçişi sağlayarak Cumhuriyet’i taçlandırdı.

Ne yazık ki parlamentoyu oluşturacak siyasi partiler, dini istismar etme kolaycılığıyla işe başladılar. Sevr Antlaşması ile varlık ve bağımsızlığı yitiren bir saltanat ile teokratik idare çıbanını kaşıdılar. Padişah kulu olmaktan özgür yurttaş onuruna yükselmiş halk; yeterince aydınlığa ulaşmadığından, kolayca kandırılmaya başlandı.

Aklı ve fikri fakir siyasetçiler; Kuvayı Milliye idealizminden yoksun oldukları için; popülist davranmaktan çekinmediler. Çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmada azimli olan halkın maneviyatına el attılar. Sahte dinliler, Muhammedi öğretiyi, Emevi soysuzluğuyla istismarı sürdürdüler.

Dinin farklı yorumu içinde veya farklı etnik köken mensubu olan Türk halkının, laik anlayışla bölünmez bütün olmalarına engeller çıkarıldı. Dünyada inançlara gösterilen saygını en büyüğü olan “Laiklik ilkesi” Cumhuriyet’in zaafı olarak gösterilmeye başlandı.

Çıkarlarını kimi siyasetçiler gibi halktan üstün gören bazı NATOCU askerlerin demokrasiyi sekteye uğratacak girişimleri; laiklik istismarcısı ve düşmanlarının ekmeğine yağ sürdü.

Uzun süre Türkiye; NATO konsepti ve CİA stratejisi doğrultusunda, “Kominizm gelir” sendromu içine sokularak halk edilgenleştirildi. Demirperde’nin yıkılmasından itibaren de Atatürk ve Laik Cumhuriyet düşmanlığına itildi.

1949’da MAAŞINI Türkiye’nin ödediği, ABD Büyükelçisinin Başkanı olduğu 4 Türk ve 4 Amerikalı uzmandan oluşan Maarif Komisyonu; Türkiye Milli Eğitim sistemini aydınlanma yolundan delalete yöneltti. Marshal Yardımı ve Kominizm paranoyası ile uyuşturulan beyinler; “küçük Amerika” hayalleriyle zamanın hükümeti; tam bağımsızlık ve milli üretim ülküsünden uzaklaştı.

12 Eylül ile de FETÖ’lü geri gidişin nirengileri dikildi!

“Komünizm” yerine “Terör” korkusu ikame eden dünyanın jandarması (ABD); NATO’nun “kontr-gerilla” yerine “kontr-terör” diyebileceğimiz bir gayri meşru karanlık güc var etti. Örneğin Türkiye Cumhuriyeti Devleti; ASALA ile başlatılan PKK’ya dönüştürülen terör ile mücadele etme sürecinde; meşru olmayan bir karanlık elemanlar da kullandı. Özellikle 1990’larda ortaya çıkan durum; terörle mücadele edilirken terör ekmeğine yağ sürer şekil aldı.

Başbakan Turgut Özal’ın özel kalem müdürü sonra da Cumhurbaşkanı iken danışmanı olan Fevzi İşbilir’e (2007’de AKP milletvekili, halen İngiltere’de yaşıyor) göre Özal, MİT’in başına getirdiği Hiram Abbas ile (K. Evren damadı Erkan Gürvit dönemindeki “bazı suç örgütü çetelerinin kullanılması planlamasına son vererek) ASALA’yı bitirmiş[1].

12 Eylül öncesinde kardeşi kardeşe vurdurarak Türk ulusunun bölünmez bütünlüğünü zaafa düşüren “dış güç”; 12 Eylül sonrasında da değişik bir zafiyet yarattı. Mafya-kabadayı ilişkisi içinde olan birçok deneysiz genç, MİT elemanı adına düzenlen pasaportlar verilerek aktif kılınmaya çalışıldı.

Ama olağan zamanda ise devlet, böylelerini denetlemekte zorlandı, zorlanıyor.

Başbakanlardan Tansu Çiller’e, Mesut Yılmaz’a, Recep T. Erdoğan’a, Binali Yıldırım’a, parti liderlerinden Devlet Bahçeli ve Kemal Kılıçdaroğlu’na ceza evinden yapılan tehdit ve hakaretler; devletin denetleyememesinden kaynaklandı, kaynaklanıyor!

Bu tür yapıya örnek vermek için, Kasım’ın ikinci yarısında Türkiye gündemini oluşturan Alaattin Çakıcı’nın olmasına bakmak yararlı olur:

Devletin kimi görevlileri; genç ve suç örgütü mensubu biri olan Alaattin Çakıcı’yı ele almıştır. Onun eliyle çeşitli zalim olaylar gerçekleştirmiştir. Gizlilik saklanamaz boyuta ulaşınca da, MİT elemanı olan kişilerin adına düzenledikleri pasaportlarla yurt dışına kaçırtılmış. Devlet, kendi kendisiyle mücadele eder olmuş. Birilerinin “suçlu” olarak yakalamaya çalıştıkları şahsı, diğer birileri ele vermemeye çalışmıştır!

Aslında bu tür gizli ilişki biçimleri, neoliberalist doğa gereğidir. Hak etmeden kolay ekonomik kazanç sağlama, sömürme aracıdır. İşin içine hamaset de sokularak meşrulaştırılmaya çalışılır.

1990’lı yıllar, 12 Eylül sonrasının en netameli yıllarıdır. Terörle mücadele yoğunlaşmıştı. Devlet, teröristlerin gelir kaynaklarını kurutmayı, silahlı mücadele kadar önemsiyordu. Sakarya-Düzce-Bolu şeytan üçgeni o koşullarda ortaya çıkmıştı.

İstanbul’da Korkmaz Yiğit adlı bir iş adamı medyaya adım atmıştı. Ahmet Özal’dan K-6 ile K-E’yi, Aydın Doğan’dan Milliyet, Dinç Bilginden de Yeni Yüzyıl gazetelerini satın aldı. 9 Kasım 1998’de de Türkbank’ın ihalesine katıldı.

Türkbank (Türk Ticaret Bankası), 1997 yılında Başbakan Tansu Çiller tarafından satışa çıkarılmıştı. Bank Ekspres’in sahibi olan Korkmaz Yiğit, Türkbank ihalesini kazandı. Fakat tartışmalar başladı. Birtakım iddialar öne sürülmeye başlandı.

Korkmaz Yiğit, ihale üzerine başlayan tartışmalar nedeniyle tedbirli davranmış. Bir video hazırlamış. Eğer tutuklanırsa, TV’de yayınlanmasını tembih etmiş.

11 Kasım’da K. Yiğit gözaltına alındı. Hazırladığı video da K-6’da yayınlandı. Ortalık karıştı. Çünkü Başbakan Tansu Çiller ile ANAP milletvekili Eyüp Aşık ve Alaattin Çakıcı’nın Türkbank ihale sürecindeki ilişkileri ortaya çıktı. Özer Çiller ile Eyüp Aşık ihalede etki yapmışlardı!

Anlaşıldığına göre Türkbank ihaleye çıkarıldıktan sonra firari olarak Fransa’da bulunan Alaattin Çakıcı, 1 Mayıs 1997 günü telefonla Flaş TV’ye bağlanır. “Türkbank satışında Özer Çiller 20 milyon dolar komisyon istedi” der. Başbakan Tansu Çiller’e hakaret dolu ifadeler sarfeder.

Bunun üzerine Çiller istifa etti. Mesut Yılmaz Başkanlığında ANASOL hükümeti kuruldu. Bu kez de A. Çakıcı’nın Eyüp Aşık ile ilgili açıklamaları ortalığı karıştırdı. Çakıcı; “senin lafından sonra hemen yer değiştirdim; (ABD’den) Kanada’ya çıktım” diyordu.

CHP’li Fikri Sağlar da 1998 yılında A. Çakıcı’nın K. Yiğit’e telefonda söylediklerini açıkladı. “Tek başına girer ihaleyi alırsın” diyordu.

Bu gelişmelerden iki gün sonra Kokmaz Yiğit; ailesi ve çocukları üzerinden yapılan tehditleri ağlamaklı halde ifade etti. “… Vücut kimyam bozuldu, ağzım kurudu…” açıklaması yaptı.

Türkbank ihalesi iptal edildi. Korkmaz Yiğit ile MİT elemanı Yavuz Ataç dahil, 6 kişi hakkında dava açıldı.

Çakıcı, Fransa’nın Nice kentinde MİT’çi Yavuz Ataç adına düzenlenmiş pasaport ile yakalanarak 13 Aralık 1999 günü Türkiye’ye getirildi, tutuklandı. 3 yıl sonra tahliye edildi. Verilen ceza kesinleşince bu kez de Avusturya’ya kaçtı. Üzerinde MİT elemanı Faik Meral adına pasaport düzenlenmişti.

Ancak 2004 yılında yeniden yakalandı. Yurda getirilerek Sincan tutukevine kondu. Devlet Bahçeli’nin isteği ve AKP’nin gayretiyle çıkarılıp 14 Nisan 2020 günü Resmi Gazetede ilan edilen af üzerine 16 Nisan 2020 günü serbest bırakıldı.

Başbakan Recep T. Erdoğan’a buradan hakaret mektupları yollamıştı.16 ay 20 gün ceza almıştı. Buna rağmen zaman zaman değişik kimselere tehdit ve hakaret etmeyi, kendini gündeme taşımanın bir yöntemi olarak benimsemiştir.

*** 

Neoliberal ticaret ve ekonomi, paradan para kazanmayı, zenginin daha zengin yoksulun daha yoksul olmasını amaçlar. Mafya ve uyuşturucu “baronları” buna hizmet eder. Hepsi uyuşturucudan, haksız kazançtan beslenir. Aracı aktörleri, profesyonel tetikçilerdir.

İran’dan Kanada’ya, Dubai’den Panama’ya, Afganistan ve İstanbul’dan Avrupa’ya uzanan geniş bir uyuşturucu ağ kurulmuştur. “Diplomat görünümlü ajanlar, kirli güvenlik görevlileri; akıl almaz rüşvet ve siyasi bağlantılar” ile dünya yoksullarını ve gençliğini ahtapot gibi sarmıştır.

Türkiye, yakın geçmişte “baronlar savaşı” yaşadı. 1996 basımlı “Behçet Cantürk’ün Anıları” ile 2020 basımlı “Baronlar Savaşı” adlı kitaplar, uyuşturucu dünyası ile devletin çıplaklığını ortaya koymaktadır.

Hikaye edilişe göre Başbakan Tansu Çiller; 4 Kasım 1993 günü, PKK’ya haraç veren iş adamları listesiyle İstanbul’da kamuoyu karşısına çıkmış. İstanbul’dan Ankara’ya uzanan uyuşturucu trafiği ile Sapanca-Sakarya-Hendek üçgenindeki faili meçhul cinayetlere dikkat çekmiş.

Soner Yalçın’ın “Behçet Cantürk’ün Anıları” kitabına göre, 14 Ocak 1994 günü Bağdat caddesine 8 kişiyi taşıyan bir arabalar gelir. 34 HLP 08 plakalı bu arabadaki Kürt işadamı Behçet Cantürk; 7 kişinin arabadan indiğini görür. Hepsi “polis” yazılı yeleklidir ve ellerinde telsiz ile otomatik tabancalar vardır.

İçi görülmeyen ve kurşun geçirmez olan aracındaki Behçet Cantürk; “hayatının hatasını yaparak” arabasından inip o kişilerin arabasına biner. TEM yoluna çıkarak Ankara yönüne giderler. 2 saat sonra Sapanca’nın Kırkpınar Köyü yakınlarındaki dinlenme tesisinde soluklanırlar.

Behçet Cantürk, ifade verdikten sonra alnından kurşunlanarak can verir.”

11 Kasım 1994 günü, Behçet Cantürk’ün avukatı Medet Serhat ile şoförü, meçhul bir çapraz ateş sonucu yaşamını yitirirler.

2020 yılında yayınlanan Timur Soykan’ın “Baronlar Savaşı” kitabına göre İranlı uyuşturucu baronu Zindaşti; baron Orhan Ünğan’ın (Hayalet) avukatı Kutbettin Kaya ile Ünğan’ın kardeşi İlhan Ünğan öldürülür. Çünkü Ünğan; Zindaşti’nin kızı Arzu ile yeğeni Devrim Öztunç’u öldürmüş.

Zindaşti, Cumhurbaşkanlığı Hukuk Politikaları Kurulu Üyesi Prof. Burhan Kuzu’nun tavassutu ile tutuklu iken serbest kalır, İran’a kaçar.

B. Cantürk’ün avukatı Medet Serhat, Ünğan’ın avukatı Kutbettin’in ustasıdır. 23 yıl arayla aynı akıbeti yaşar.

Ünğan, 1990!larda oto kaçakçılığı yüzünden hapse girmiş. Burada uyuşturucu baronu Urfi Çetinkaya tanışmış; sektöre girmiş. 2011 yılında Bolu’da yakalanan 113 kilogram uyuşturucu nedeniyle 12.5 yıl ceza alır. Kendi ifadesiyle, Türk istihbaratı tarafından PKK finans kaynaklarına karşı sahte kimlikle Hollanda ve Belçika’da işlevli kılınmış. “Amerika Uyuşturucu ile Mücadele Dairesi (DEA)” tarafından takibe alınmış. Polis ve siyasetçilerin Zindaşti’nin önüne yattığını öne sürdü. 15 Temmuz darbesinin MİT’e ihbar edildiği sırada çocukluktan beri tanıdığı Hakan Fidan’ın odasında olduğunu, güçlendirilmiş parlamenter sisteme dönüşün yakın olduğunu ifade etmiştir. 20 Kasım 2020 (Ü. Zileli, A. Erkin, R. Turan, İ. Saymaz)

*** 

Siyasetin devlete getirdiği bir diğer zaaf; din istismarıdır.

Gazi Mustafa Kemal Paşa (Atatürk), hilafet kaldırıldıktan sonra halkın dini hizmetlerinin karşılanması için Diyanet İşleri Başkanlığını; dini bilgilerin verilmesi için de ihtiyaçla oranlı sayıda İmam Hatip Liselerini ve akademik düzeyde bir İlahiyat Fakültesi kurdu.

1950’den itibaren birer meslek lisesi olan İmam Hatipler; siyasetçiler tarafından din istismarı adına siyasetin içine çekilmeye, istismar edilmeye başlandı.

İstismar, “dindar-kindar” nesil yetiştirmeyi amaçlamış AKP iktidarları döneminde zirve yaptı. Tevhid-i Tedrisat, parçalandı. Eğitim belli vakıf ve tarikatlar eline verildi. Devlet öğrenci yurdu yapma yerine tarikat yurtlarını özendirdi. Şimdi ise mücadele eder göründükleri FETÖ taklidi yapıyor!

12 yıllık ilköğretim süresi, 4+4+4 olarak bölündü. İlk 4’den sonrası zorunlu olmaktan çıkarıldı. Böylece hem kızlara okuma yerine gelin olma yolu açıldı. Hem de devlet okulları yerine vakıf ve tarikatların yurtları ile okullarına gitmeleri kapısı açıldı.

Bu tür eğitime yöneltilen öğrenci sayısı, günümüz itibarıyla 1 milyondur. 4-6 yaş arası çocuklar için 20’yi aşan “Sibyan Mektepleri” açıldı.

Tevhidi tedrisat fiilen bölündü!

Neredeyse bütün okullar İmam Hatip okulları haline getirildi. İmam Hatip Lisesi sayısı, 18 yılda 450 den 623 e, öğrenci sayısı 77 binden 1.6 milyona çıkarıldı. Bunlar yetmemiş olmalı ki bir de açık imam hatipler aktifleştirildi. Bu okullardan çıkanların devlet kadrolarına yerleşmeleri kolaylaştırıldı.

Din Öğretimi Genel Müdürlüğü bütçesi, son 3 yılda 36.8 milyar liraya (10.6 milyarı 2020 yılında) yükseltildi. Diyanet İşleri Başkanlığı ile dini vakıflar için yapıldığı gibi paraya boğuldu.

Bütün bu yönlendirme ve özendirmeler; laik Cumhuriyet yapısına karşıt hareketlere cüret kazandırdı. Nitekim 17 Kasım 2020 günü Aydın İmam Hatip Lisesinde 3 öğrenci sarıklı ve şalvarlı olarak sınıfa girip oturdu. Bunun doğru olmadığını söyleyen öğretmene saldırıldı. Araya giren diğer öğrencilere; “eğer Müslüman iseniz araya girmeyin. Bunların dedeleri dedelerimizi astı” dediler. Öğretmen M. H. K’ya hakaret ederek; “sen bizim sarığımızı çıkaramazsın. Okul bizi böyle kabul etti. Kadın başına konuşma. Sus, seni döverim. Zaten saçın başın açık gelmişsin…” dediler.

Görülen o ki; AKP yönetimi insanları “kula kul olma” yönünde eğitmiştir! Yurttaş olma onuru yerine şeyhe bağlanmayı dindarlık sanan insanların çoğaldığı bir yerde, ne dinin saygınlığı ve ne de uygar olmanın anlamı kalmıyor.

Bu gelişmelere göre, Allah sonumuzu hayreylesin demekten başka söylenecek söz kalmıyor!


[1] Gazeteci Saygı Öztürk’e konuşan İşbilir’e göre; “E. Gürvit Cumhurbaşkanı Özal’a yeterli bilgi veremiyordu. MİT’ten doğru bilgi gelmiyordu. ASALA’nın diplomatlarımızı katletmesine karşın harekete geçildi. Özal, ABD desteğini alarak ASALA’yı terör listesine aldırttı. Sonra da gerçek yurtsever Jak Kamhi aracılığıyla Amerika’daki “Ermeni diasporası” ile Newyork’da 50-60 Ermeni iş adamıyla gizli bir toplantı yaptı. Ardından A. Türkeş’itam yetkili temsilci göndererek Ermenistan Cumhurbaşkanı Levon Ter-Petrosyan ile Ermenistan’a yardım protokolü yaptı. Bir mektupla örneğini Amerika’daki diasporaya gönderdi. ASALA kendini fesh etti.ASALA ile mücadelede görev alan devlet görevlileri, kamuoyunda adı geçenler değildir…” der.