Son günlerde gündemimizde yer alan Arapça yazılı tabelalarla birlikte, Türkçemizi rayından çıkartmayı amaçlayan hamleler karşısında; bazı anımsatmaları yapma gereğini, Türkoloji kimliğimi dikkate alarak yaptığımı söylemeliyim.

Dünya üzerinde konuşulan dillerin en zenginlerinden kabul edilen Türkçe, tarihi süreç içerisinde özellikle Arapça ve Farsçanın egemenliği altında bulunan bir dil yapısına girmekten  kurtulamamıştır. İslamiyet'in Türkler tarafından geniş bir şekilde kabul edildiği tarihten itibaren, Türkçede bulunan birçok öztürkçe sözcükler Arapçaya dönüşüyordu. Hem yazı hem de konuşma dilindeki Arapça hakimiyeti gittikçe belirgin bir hal alıyordu. Uygur ve Köktürklerden (Göktürk) akıp giden Türkçe sözcükler yerini Arapça’ya terk ediyordu.

Önceleri Osmanlı saray diline egemen olan Arapça, bir zaman sonra halkın kullandığı dilde de kendini ister istemez belirgin biçimde gösteriyordu.

Yine daha çok İran edebiyatının Türkçede kalıcı izler bıraktığı bir dönemin egemenliği başlıyordu. Bu dönemde Farsça sözcükler halkın kullandığı Türk dilinde pek yaygın olarak yoğunlaşmamış olsa bile, daha çok Osmanlı sarayı ve bu sarayla içli dışlı olan şairler tarafından sıklıkla kullanılıyordu. 

Bir yandan İslamiyet nedeniyle güçlü bir Arapça, öte yandan İran edebiyatının etkileriyle hissedilen Farsça sözcüklerin varlıkları, Türkçeyi neredeyse kimliğinden tamamen uzaklaştırıyordu. Böyle olunca da, Arapça ve Farsça’nın kendine özgü dil kurallarının  Türkçe’de yer almasına yönelik birtakım çabaları da beraberinde getiriyordu.

Osmanlı İmparatorluğu’nda 14. yüzyıldan neredeyse 20. yüzyıla kadar yabancı sözcüklerin Türkçe üzerindeki ağırlığını hissetmemek mümkün değildir. Osmanlı İmparatorluğu’nun en parlak kabul edilen dönemlerinde, Divan edebiyatı şairleri eserlerinde  özellikle Farsça sözcüklere o denli önem verirler ki, zaman zaman Türkçe sözcük kullanılmasını dahi zayıflık olarak görürler. Asırlar boyu süren bu oluşum, zaman içerisinde halkın konuşma diline de yansımaktan geri kalmamıştır.

Arapça ve Farsçanın egemen olduğu bu dil, literatürde “Osmanlı Türkçesi” olarak tanımlanır. Doğaldır ki Osmanlı Türkçesi’ni tam olarak kavrayabilmek için Arapça ve Farsça’nın  dil kurallarının iyi bilinmesine de gerek duyulur. Yani bir anlamda kendi öz dilini bir kenara bırakıp, Arapların ve Acemlerin dillerini öğrenme çabası içine giriliyordu.

Arapça ve Farsçanın neden olduğu yozlaşmayla birlikte Tanzimat dönemiyle birlikte Batı hayranlığı ve özentisi de Türkçeye son darbeyi vurdu. Böylece  Arapça, Farsça’nın dışında başta Fransızca olmak üzere birçok Batı dilinin sözcükleri de dilimize yerleşti.

Bir karşılaştırma yapmak gerekirse Türkçenin kullanıldığı en eski yazılı kaynaklardan sayılan Orhun Yazıtlarında yer alan yabancı sözcük sayısı yok denecek orandayken Osmanlı döneminde bu oran tamamen tersine çevrilmiştir.

Arapça ve Farsça ile saray dilinde yoğunlaşmış olan böyle bir dil yapısı, Türkçenin önünün kapanmasına neden olduğu gibi gelişimini de engellemiştir.  

Çok ilginçtir ki Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluş sürecinde Osmanlı Beyliği’nin resmi dili Türkçeydi. Ancak bu beylik, yıllar sonra büyük bir imparatorluk konumuna geldiğinde Türkçeye karşı tutum değiştirir. Yani halkından tamamen kopan Osmanlı aristokrasisi, halkın konuştuğu dilden uzaklaşır. Sarayın, Arapça ve Farsçaya olan hayranlığı, Türkçenin önemini de doğal olarak azaltıyordu.

Özetle Arapça ve Farsçanın Türkçeye olan etkileri, Selçuklulardan başlayarak, Osmanlı Devleti’nin yıkılışına kadar devam etmiştir. Arapça ve Farsçanın Türkçe üzerindeki etkileri, aynı zamanda Arap ve İran kültürlerinin, bu diller aracılığıyla Türk toplumlarına şırınga edilmesinin de önünü açmıştır.

Artık dilde yaşanan savrulmanın son bulması kaçınılmaz görülüyordu. Bu konuda gerekli adımların atılması ancak yeni kurulan Cumhuriyet dönemine kalıyordu. Mustafa Kemal Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı zaferinden sonra başlattığı müthiş devrimlerden biri, Türkçenin battığı derin çukurdan kurtarmak ve dünya dilleri arasında hak ettiği yere oturtulması olmuştur. Bu düşüncesini yaşama kazandırmak üzere “Türk Dil Kurumu” nun kuruluşunu gerçekleştirir. 1932 yılında bizzat Mustafa Kemal Atatürk tarafından kurulan bu kurumun ilk adı “Türk Dili Tetkik Cemiyeti” olarak tarihe geçer.

Türk Dil Kurumu’nun temel görevi, Türk dilinin öz güzelliğini ve zenginliğini ortaya çıkartmak olduğu kadar, Türkçenin  özgürlüğünü korumak ve yaşamasını sağlamaktır. Kurum aynı zamanda Türkçeyi yabancı dillerin boyunduruğundan kurtarmayı da hedefleri arasına alır.

Yine Türk Dil Kurumu’nun amaçları arasında dilimizde yer edinmiş bazı yabancı sözcüklerin Türkçe karşılıklarını bularak, Türkçemizin yozlaşmasının önüne geçmektir.

Bu arada Arap alfabesiyle yürürlükte olan Osmanlı Türkçesinin, Latin alfabesine geçişi de, Türk Dil Kurumu öncesi başlatılan bir başka Cumhuriyet devrimidir. 1928 yılında Mustafa  Kemal Atatürk tarafından başlatılan  “Harf Devrimi”, Türk Dil Kurumu’na giden yolun  bir başlangıcını oluşturur.

Çok sancılı bir şekilde başlatılan Harf Devriminin yapıldığı yıllarda ülkede okur yazar oranı yüzde 10'ları dahi bulamazken, devrimi takip eden yıllarda bu oran hızla yükselişe geçiyordu. Bugün ülkemizde yaşayan insanların okuryazarlık oranı yüzde 98'i bulmuşsa, bu sonucun yaratılmasında harf devrimi ile, Türk Dil Kurumu’nun varlıkları asla yadsınamaz kanısındayım.

Kısaca özetleyecek olursam; başta Arapça ve Farsça olmak üzere yabancı dillere ait sözcüklerin Türkçeye olan olumsuz etkileri Selçuklulardan başlayarak, Osmanlı Devleti’nin sona erdiği döneme kadar devam etmiştir. Cumhuriyetin ilanından sonra devreye sokulan Latin Alfabesi ve arkasından kurulan Türk Dil Kurumu, Türkçemizi saygın bir konuma getirmiştir.

Harf Devrimi ile Türk Dil Kurumu'nu bizlere kazandıran başta Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere, tüm emeği geçenlere minnettarız.