Temsilde hata olmaz; “gelişmemiş toplumlar köyleri şehirleştirme yerine şehirleri köyleştirme kolaycılığındadır” denir.

Bunun gibi ülkemizin yönetim sistemine de böylesi bir pragmatizm egemen oluyor!

Türkiye Cumhurbaşkanlığı forsunda 16 yıldız+1 güneş vardır. Bu yıldızın her biri, tarihi geçmişten bugüne kadar kurulmuş devletlerimizi simgeliyor. Güneş ise, tümünü içeren Türkiye Cumhuriyeti’dir.

Hani bugün “Osmanlı’nın devamı” söylemiyle ucuz bir siyaset yapılıyor ya. Bunu yapanlar, ilk Türk devletinden bugüne kadar olanların birbirinin devamı olduğunu bilmeyecek kadar aymaz mıdır? Olmadıklarına göre, bu nüans neden ikide bir ortaya atılıyor sorusunu sormak gerekiyor.

Ya gerçek bir cehalettendir.

Ya bir demagojiyle siyasi rant devşirmektir.

İkinci olasılık daha geçerli gözüküyor. Çünkü sığ siyaset, devlet ile yürütme kavramlarını bilerek karıştırıyor. İyi şeyler, hayırlar olursa yürütme organı olan siyasi iktidar kendi başarısı gibi gösteriyor. Kötü şeyler-şerler olunca; devlet denen organizasyona yükleyerek yıpratıp işin içinde sıyrılıyor.

Böylesi bir anlayışın sonucu olarak Türkiye’nin Başbakanlık sistemi yok edildi. Cumhurbaşkanlığı Hükümet sistemi adlı bir ucube sistem var edildi.

Yani; Cumhurbaşkanlığı Başbakanlaştırıldı!

Hükümetin başı olan Başbakan’ın yıpranması yerine devletin başı olan Cumhurbaşkanı ypratılmaya açıldı. Lakin bu durum, daha başında bünyeye uymadı.

Türk geleneğinde, hanlık ve sultanlık olduğu dönemlerde bile hep “vezir-sadrazam-başbakan” olagelmiştir. Çünkü devlet süreklidir. Ama yürütme geçicidir.

Devlet ile Hükümet hiçbir yer ve zamanda bir tutulmamıştır, tutulmaz.

Osmanlı devletinde zaman zaman sadrazamların feda edilmesi; devlet ile yürütmenin ayırt edilmesinin sonucudur. Yani yanlış iş yapan hükmet değiştirilmiştir. Ama devlet hep var olmuştur.

Demokratik Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nde de devleti Cumhurbaşkanı temsil etmiştir. Bu, çoğulculuğun ve kuvvetler ayrılığın zorunlu gereğidir.

Yürütme görevini Cumhurbaşkanı verir. TBMM’nin onayı ile “hükümet” göreve başlar.

Bu sistemde demokratik çoğunluk nedeniyle farklı siyasi görüşlere sahip siyasi partilerden birine mensup olan Başbakan, yürütme-hükümet görevini ifa eder. Yanlışlar yaparsa yıpranır. İyi işler yaparsa partisinin puanı artar.

Hükümet ya da Başbakan; görevi veren Cumhurbaşkanı veya TBMM tarafından görevden alınabilir. Veya Başbakan istifa ederek hükmet görevinden çekilebilir.

Oysa şimdi?

Cumhurbaşkanı, bir siyasi partinin temsilcisi olarak hükümet kuruyor. Devletin gücü ve olanaklarını kullanarak, devlet yıpransa da- ömrünü uzatabiliyor. Böylece bütün partiler karşısında eşit mesafeli ve tarafsız olamaz. Her türlü tasarruflarında mensup olduğu siyasi partiyi önceler. Diğer partileri öteler. Devleti temsil etmeye çalışırken, bütün iyi niyetine rağmen bir başbakan gibi diğer partilere üvey evlat (rakip) gözüyle bakar.

Cumhurbaşkanı şapkasıyla bütün yurttaşlardan ve partilerden saygı bekler, Ama bir siyasi parti şapkası olan Başbakanlık işleviyle birinci şapkayı yıpratır.

Gara Dağı ve bölücü terör operasyonu aşamasında; bu iki şapkanın, yani devlet ile hükümetin nasıl birbirine karıştırıldığı açıkça ortaya çıktı. Cumhurbaşkanı, yürütmenin başı olarak ne denetimde, ne diğer partileri eşit tutmada ve ne de sevabı üstlenmesi gibi günahı üstlemede tarafsız olamadı.

Bu durum, yurttaşların “tasada ve kıvançta bir bütün” olma ülküsünü sulandırıyor.

“Bütün” olması amaçlanan kitle; Türk ulusudur. Dili, dini, ırkı, cinsi, rengi ne olursa olsun; tüm yurttaşların nimet ve külfette eşit olmalarını gerektirir. Bu gereklilik; yasa karşısında eşitlikle, laik ve sosyal hukuk devlet ilkeleri ve şeffaflıkla yerine getirilir.

Böyle yapılıyor mu?

Yurttaşlar ulusal gelirden hakça yararlandırılıyor mu?

Partiye oy ve üstünlük kazandırmak saikiyle davranan siyasi yöneticiler, vatandaş ile devleti bütünlemeyi gerçekleştirebilir mi? Yoksa gerilim ve ötekileştirme politikalarla kamplaşma mı getirir?

Dışa karşı devletin esenlik ve yükselmesi için partiler arası farklılıklar öne çıkarılamaz. Ama iç politikada partisel üstünlük sağlamak amacı; siyasi partilerin birbirlerinin ayıplarını örtmesini gerektirmiyor; gerektirmezdir.

Örneğin ABD’de de bizim Cumhurbaşkanlığı Hükümet sisteminin benzetilmek istendiği bir sistem var. Orada Cumhurbaşkanlık görevi; meclis ve senatodan oluşan Kongre, Kuvvetler Ayrılığı ve Anayasa Mahkemesi Otoritesi olarak mutlaktır. Nitekim son ABD seçimi, Kasım ayında sonuçlandı. İktidar belli oldu. Fakat 20 Ocak’a kadar “Cumhurbaşkanlık mutlak gücü” devleti temsile devam etti.

***

Her devlet gibi Türkiye devleti için de en büyük tehlike; terördür. Yakın zamanda korkunçluğu en keskin olarak hissedilen tehlike; hain ayrılıkçı (pkk) örgütü ile hain darbeci (fetö) örgütüdür.

Her ikisi de Türkiye’nin bağımsız ve gönenç olmasını önlemek isteyen odakların (dış düşmanların) maşasıdır.

Terörist hareketler; silahlı eylemler yaptıkları gibi, “beşinci kol” stratejisiyle içte istikrarsızlık yaratacak roller de oynar.

Demokratik çoğulcu rejimlerde bu tür maşalar, değişik partilerin içlerine klaylıkla sızabilirler. Çünkü siyasi partiler, birer kitle örgütüdür. Tüzük ve proğram ilkelerine aykırı kişiliklerin üye olmaları olanaklıdır. Böylelerin ayıklanması, etkinlik fırsatının verilmemesi; ancak iktidara gelmek için her şeyi mübah görmeyen yöneticilerin dikkati ile gerçekleşir.

Ama bu tür sızmalar bahane ederek siyasi partiler birbirlerini zan altına sokarlarsa; terör ve hain odakların ekmeğine yağ sürecektir.

Peki sormak lazım: Bugün Türkiye’yi yönetenler bu sorumluluk ve duyarlılık içinde midir?

2002 yılından beri aralıksız ve TBMM’de büyük çoğunlukla iktidar olan AKP; Türkiye’ye dafbeye kalkışacak kadar çoğunluktaki bir hain sızmaya nasıl ve niye yol vermiştir?

Kendisi gibi bu ülkenin yasalarına göre kurulmuş meşru bir başka siyasi partiyi niye ve nasıl acımasızca aynı aymazlık nedeniyle suçlayabiliyor?

Başkalarının da kendileri gibi ayıklama güçlüğü ve zaafı içinde olacağını düşünmez mi?

Yurdun kurtarıcı ve devletin kurucu iradesiyle ruhunun temsilcisi bir başka partiyi; olası sızmaları varsayarak neden eleştiriden öte hakaret düzeyinde eleştirir?

“Ayinesi iştir kişinin endamına bakılmaz” gerçeğini bilmez mi?

Yoksa her şeye rağmen devlet çarkını elden bırakmama tamah ve hırsı içinde midir?

Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Osmanlı Devleti’nin başına gelenlerden ibret alarak; “… devleti yönetenler gaflet, delalet ve hatta hıyanet içinde bulunabilirler…” saptamasını anlayacak kadar ebleh miyiz?

***

Türkiye bile “Ay’a gitme” ideali ortaya koyduğu bu uzay çağında, TBMM üyesi ve iktidar partisinin Grup Başkan Vekili olan biri; üstelik bir bayan: “… namuslu, iffetli, haysiyetli bir kadın, çıplak olarak arandığını bir yıl sonra söyleyemez” dedi. Tüyler ürperten bir ifadede bulundu.

Milletvekili ve kadın olması adına her vicdan sahibi gibi utandık.

Bir vakıf dershanesinde onlarca çocuğun ırzına geçilmesi üzerine; “bir defadan bir şey olmaz” diyen partisinin eski bayan bakanı gibi vicdanları sızlattı.

Boğaziçi Üniversitesi’nin bağımsız bir bilim yuvası olarak partizanlıklardan uzak kalması için anayasal tepki gösteren öğrencisi kızları şiddetle tutuklayıp çıplak aranmalarını mazur gösteriyor.

Bir bayan ve hepsinden öte bir anne olarak yüreği titremeden ve utanmadan parmağını sallayarak şikayette bulunanları da, kınayanları da haşladı. Adeta bıyıklı bir faşist edasıyla!

Üstelik bu milletvekili; bir hukukçudur! Avukatlık da yapar.

Gerçekte 12 Eylül ürünü olan bir siyasi akımın mensubu olduğu halde; 12 Eylül yönetiminin var ettiği “başörtüsü” sorunu çözüleli yıllar geçmiş olmasına rağmen hala gündeme getiriyor. Ama kamuoyuna duyurma olanağı ancak bulan bir bayanın “çıplak arandım” demesini, gecikme ve iffetsizlik olarak niteliyor.

Hem ayıp!

Hem yazık!...