Birinci Dünya Savaşı süresince Osmanlı kuvvetlerinin tek yüz akı savaş; Çanakkale Zaferidir.

Çanakkale şehitlerini saygı ve sevgiyle anıyoruz.

Şair Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın söylemiyle; deniz ve kara Çanakkale savaşı; “yeni Türkiye’nin ön sözüdür.”

Çılgın Türklerin yazarı Turgut Özakman’ın söylemiyle; “Cumhuriyet ruhunu Çanakkale’ye borçludur.”

İngilizler ile tarihçilerine göre; “Çanakkale savunmasını belirleyen Mustafa Kemal’dir.”

Neden mi?

Çünkü Çanakkale Savaşı; “düveli muazzama” denen emperyal devletlerin “hasta adam” diye nitelediği Osmanlı İmparatorluğunu tasfiye etme planının akamete uğramasıdır.

Birinci Dünya paylaşım savaşının “İtilaf devletler” gurubu; “İttifak devletler” gurubu içindeki Osmanlı Devleti’nin başkenti İstanbul’u ele geçirmek; Rusya ile bağlantı kurmak için, Birleşik Donanma ile Çanakkale Boğazı’nı geçmek üzere 15 Mart 1918 tarihinde saldırıya geçmiştir.

(1913 yılında Trablusgarp’tan dönen Mustafa Kemal; Sofya’ya ateşemiliter olarak atanmadan önce; Çanakkale Boğazı’na atanmıştır. Bu atanma; adeta1915’de başlayacak Çanakkale savaşları öncesinde keşif etme fırsatı olmuştur.

Bir kitap kurdu olan Mustafa Kemal; bu görev süresinde Çanakkale coğrafyası ile tarihini incelemiştir. Homeros’un İlyada’sında hikaye edilen üç bin yıl önceki Truva savaşı ve bölgesini incelemiştir.

Savaş kahramanı Agamemnon plan ve haritalarını ve “Truva Atı” savaş hilesi olayını değerlendirmiş. Gökçeada, Bozcaada ve Limni’nin lojistik üs kullanmanın önemini saptamıştır.

Herodot’un M.Ö.480’de gerçekleşen Termofil savaşı anlatısını analiz etmiş; Pers Kralı Kserkes’in 50 bin kişilik orduyla Anadolu’dan Avrupa’ya Çanakkale boğazı üzerinden geçişini tahlil etmiş.

Aynı şekilde Makedonyalı İskender’in M.Ö.334 yılında 35 bin kişilik orduyla Çanakkale üzerinden Anadolu’ya nasıl geçmiş olduğunu kritize etmiştir.

Fatih de İstanbul’u muhasara etmeden önce vakanüvüscü Kritovulas ile gidip Truva coğrafyasını incelediği bilinir.

Kısaca; deniz-kara ilişkisinin stratejik önemini görmüştür.)

Stratejik bilgiler sahibi olarak Mustafa Kemal, Çanakkale savunması bölgesine gelmiştir.

Bu sırada Osmanlı Ordusu tamamıyla Hitler Almanya’sı subaylarının emir ve komutasındadır: Genelkurmay 2. Başkanı, Ordu Komutanı, donanma, istihkam, istihbarat, lojistik, boğazlar, tabya, kolordu, tümen ve diğer tüm komutanlar ile ordu müfettişi Alman subayları idi.

Osmanlı’nın Birinci dünya Savaşı’na katılma emrivakisini yapan; Karadeniz’deki Rus limanlarını topa tutan Souchon da bir Alman amiraldir.

İtilaf Devletler Birleşik donanması Çanakkale Boğazı önüne gelmeden önce; İngilizler Truva savaşı coğrafyasını incelemiş, Agamemnon antik haritalarını incelemiştir. “Truva Atı” hilesi olarak 2000 asker doldurdukları 105 metrelik River Clyde kömür şilebini motife ederek tekrarlamış. Gökçeada, Bozcada ve Limni’yi lojistik üs yapmışlardı. En güçlü gemiye Agamemnon adını vermişti (Seyit Çavuş’un sırtladığı gülle ile batar).

Truva savaşında Basige koyuna yapılan sahte çıkarmayı taklit etmiştir.

Çanakkale Boğazı’nı geçmek için en kritik durum; denizaltıların Marmara’ya geçmeleridir. Nitekim ilk kez Avustralya’nın AE2 denizaltısı geçmeyi başarır. Ama erken fark edilerek batırılır. İkinci ke, öğrenilen yoldan İngiliz E11 denizaltısı geçer. Asker ve mühimmat taşıyan 94 gemimizi batırır. Barbaros Hayrettin Zırhlısı ile akbaş limanına mühimmat götürüp yaralı getiren şehir hatları gemisi Halep de batırılmıştır.

Çanakkale deniz savaşı; Erenköy Koyu’na döşenen mayınlar ve Seyit Çavuş’un salvosuyla düşman komuta gemisi Agamemnon ve diğerlerinin batırılışı üzerine düşmanın geri çekilmesiyle sona ermiştir.

Fakat bu kez de karaya çıkartma yapılarak Başkent İstanbul yolu zorlanmaya başlanır. Bu aşamada da Mustafa Kemal’in dehası ile karşılanır.

4 ayrı kara savaşı gerçekleşir. İlki; 57 Alay’ın ölümcül direnişiyle kazanılan Arıburnu savaşıdır. İkincisi; 1. Conkbayırı zaferidir. Üçüncüsü; rüzgarlı yer anlamındaki Anafartalar zaferidir. Sonuncusu da 2. Conkbayırı zaferidir.

Kara savaşlarını kaybeden Birleşik donanma; çekilip gider.

Ama 30 Ekim 1918’de Osmanlı Devleti Mondros Mütarekesi ile Birinci dünya savaşı mağlubu olarak teslim olunca; o donanma 65 parça olarak, elini kolunu sallayarak gelip 13 Kasım 1918 günü Dolmabahçe Sarayı önünde demirledi. Artık İstanbul’u (Saray ve Bab-ı Ali’yi) kontrol altına aldı. 16 Mart 1920’de de fiilen işgal edildi. Saraçhane Karakolu’nda uyumakta olan bando askerleri baskınla kılıçtan geçirildi!

***

“-Çanakkale geçilmez- deniyor; işte böyle geçilir” dedi Binali Yıldırım; “1915 Çanakkale Köprüsü” temel atışı sırasında.

Müstehzi şekildeki bu ifade; Atatürk ve T.C. sembolünü yok etmeye çalışan bir partinin yöneticisi tarafında söylendiğinde; nasıl anlamak gerekirdi?

(Bu Çanakkale Boğazı’na inşa edilmekte olan asma köprü; 4.680 metre uzunluktadır. Gelibolu Sütlüce ile Lapseki Şekerkaya arasındadır. Bunun 680 viyadüğü Avrupa, 365 viyadüğü Anadolu tarafındadır. 3.5 metre yüksekli ve 6 şeritlidir. 2 yaklaşım viyadüğü, 4 betonarme viyadüğü, 10 alt geçit köprüsü, 33 üst geçit köprüsü, 43 alt geçidi, 115 menfezi, 12 kavşağı, 4 yol hizmet binası, 2 işletme binası ve 6 ücret istasyonu olacaktır.)

***

ANDIMIZ VE RAHATSIZ OLANLAR
Andımız, gerçekte Kurtuluş Savaşı kazanmış Türkiye Cumhuriyeti’nin emperyalizme karşı duruşu ve tam bağımsızlık ülküsünde birliği ifade eder.

O yüzden Türk Tarihi Kurumu Başkanı Yusuf Akçura; 1. Türk Tarihi Kongresinde vurgu yapar: “Irk nazariyelerini müstemlekeci milletler, emperyalist devletler icat ettiler. Bu nazariyenin taraftarları Aryan ırkından başka ırkları aşağı, pes olduklarını ve Allah tarafından Aryalılara mahkum ve hizmetçi olmak üzere hulk edilmiş (yaratılmış) bulunduklarını neşir ve telkin ediyorlardı. Biz, hakka ve hakikata mugayir yaratılmış bu nokta-i nazarı kabul etmiyoruz…” der.

1932’de gerçekleşen 1.Türk Tarih Kurumu kongresi tutanakları incelendiğinde, Andımız’a neden gereksinildiği anlaşılıyor.

Andımız’ı kaleme alan Reşit Galip (daha soyadı yasası yok); daha 19 yaşındayken gönüllü olarak Balkan savaşına katılmış biridir. Ardından Kafkas cephesine gider. Hastalanır; yendikten sonra da Kurtuluş Savaşı’na katılır. 21 yaşındayken yurtsever gençlerle “Köycüler Cemiyeti” kurar. Yeni bir toplumun “milletin hamuru olan bu yoksullarla kurulacağını” savunur.

Savaş sonrasında, Antalya’da çıktığı kürsüden oradaki Atatürk’e hitap ettiği konuşma ile tanışmış olur. Bir Çankaya Sofrası tartışmasından iki yıl sonra Milli eğitim Bakanı olmuştur…

1932’deki kongrede;[1] “… biz insanlığın deri veya saç rengine göre parlayıp karardığına, ruhların iskelet boyutundaki santimetre yekün ile yükselip çoğaldığına inanan ve alemi inandırmak isteyenlere isthfaf (küçümseme) ve istihkar (aşağılama) ile bakarız. Onları insanlık mefhumunu anlamakta çok ve hala gecikmiş olmakla hakiki ruhlarını temsil eden ihracat gümrüğü vinçlerinin ve manifatura balyalarının üstünde hala kurunuvusta (ortaçağ taassubu) taşımakla itham ederiz” ifadesiyle ırkçılığa karşı olduğunu açıklar.

Buna rağmen böyle birisine ırkçı iftirası atılır mı?

Ama Andımız’dan rahatsız olanlar; işi Reşit Galip’e bağladı ve Türkçe ezandan yana olduğunu açıklayarak düşman ilan ettiler!

Nitekim AKP ile HDP; Andımız’dan rahatsız rahatsızlıklarını açıkladılar.

Birisi dini, diğeri etnik gerekçeler öne sürüyordu.

2008 yılında, “ırkçı söylemler içerdiği ve tercih hakkını kaldırdığı” savıyla Andımızın kaldırılması için Danıştay’da (Mazlum-der) dava açıldı. Fakat Danıştay 8. Dairesi 18 Şubat 2011’de ret etti. Ret kararı gerekçesini açıkladı: “Anayasanın 66. Maddesinde, -Türk Devleti’ne vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür* hükmüne yer vermiştir. Türk kelimesi bir ırkın değil, Türkiye cumhuriyeti sınırları içinde yaşayan dili, ırkı, rengi, cinsiyeti, siyasi düşüncesi, felsefi inancı, dini, mezhebi ne olursa olsun tüm vatandaşların bir araya gelerek oluşturdukları, herkesi kapsayan ve kucaklayan milletin ortak adıdır. Aksi yöndeki davalı iddialarına itibar edilmemiştir. Nitekim anayasamızda Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkesin herhangi bir ayırıma tabi tutulmaksızın Türk olduğunu belirtmiştir. Açıklanan nedenlerden dolayı davanın reddine karar verilmiştir.

Bunun üzerine okullarda andımız yeniden okunmaya başlandı.

29 Mart 2011 tarihinde BDP Eş Başkanı (. Demirtaş); “… Her sabah her sabah yeniden 8 yıl boyunca ilkokul çocuklarına zorla andımızın okutulması (…) militarizmin çocukların ruhlarına işlenmesi faaliyeti değil midir” açıklamasında bulundu! 1 Nisan 2012’de de kızının andımızı okumaya katılmayacağını belirterek tepkilerini yükseltti.

Milli Eğitim Bakanlığı, andımızı yasakladı.

8 Ekim 2013 günü Türk eğitim Sen ve Eğitim-İş, bakanlığın yasaklamasına karşı Danıştay’da iptal davası açtı.

Başbakan RTE; MEB’I destekleyen açıklamalar yaptı: “Ben Türküm ama Türkçü değilim. O başka şey! Irkçılık bizim dinimizde yasaklanmıştır. Her etnik unsur kendi etnik unsuruyla iftihar edebilir. Sizin Türkçülük yapma hakkınız var ama (o takdirde) benim Kürt vatandaşım(ın) Kürtçülük yapma hakkı doğar. Asla bunu ırkçılık yapma boyutuna taşımayalım. Bunu yaptığınız anda ayırımcılık yapmış olursunuz. AKP olarak biz bu yanlışa düşmedik…” açıklaması yaptı

Keza 8 Ekim 2013 günü de AKP Genel Başkanı ve Başbakan olarak, grup toplantısında Andımızı neden kaldırdıklarını açıkladı: “Andımız olarak biline metnin yazarı, son derece tartışmalı isim olan Reşit Galip’tir. Türkçe ezan zulmünün mimarlarındandır. Aynı Reşit Galip, insanları kafataslarına göre sınıflandıran sözüm ona bir bilim insanıydı. Ant uygulamasının Cumhuriyetimizle uzaktan yakından ilgisi yoktur…” dedi.[2]

Farklı argümanlarla da olsa, ümmetçi ve ırkçı anlayış “Ant” karşıtlığında birleşmişti!

Hükümet, 30 Ekim 2013’te “açılım” bağlamında bir “demokrasi paketi” açıkladı. Andızın ve TC simgesinin kaldırılacağı anlaşıldı!

Antiemperyalist Reşit Galip’in kişiliğinde; bir imparatorluk reayalığından Cumhuriyetin yurttaşlık onuruna ve millet bütünlüğüne yükselişin aidiyetini ifade eden Andımız; siyasi hesaplara meze ediliyordu!

Zaten AKP’nin “davası” olarak Atatürk ve laik Cumhuriyetin yok edilmesi olarak sürdürülüyordu.

Türk Ulusu’nun “Atatürk milliyetçiliği” olgusuna aidiyetin ikrarı anlamındaki Ant; “T.C.” sembolü gibi yok edilmeliydi. Laik ve sosyal hukuk devleti olan Cumhuriyet değerlerinin aşındırılması; teokratik davanın gerçekleşmesi için zorunlu görülüyordu.

1932’de düzenlenen ve 1933’ten itibaren okullarda okunan, 11997’de son şeklini ala Andımız; kaldırılmak isteniyordu. Mazlum-Der 2008 yılında dava konusu yapmıştı. Zamanı Milli Eğitim Bakanı olan Nimet Çubukçu, 23 Ekim 209 ‘de Danıştay’a kaldırılmaması doğrultusunda görüş bildirmişti: “Ant, ırkçılık içermiyor. Pedagojik anlamda aykırı değildir. Öğrenci Andı’nda yer alan ifadeler Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’na aykırılık taşımamaktadır. Öğrenci Andı’ndaki ülküm, yükselmek ileri gitmektir deniyor. En büyük Atatürk; açtığın yolda, gösterdiğin hedefe durmadan yürüyeceğime ant içerim ifadesi, Anayasa’nın 2. maddesiyle doğrudan bağlantılı ve ilişkilidir. Anayasa’nın 2. maddesinde Türkiye Cumhuriyeti’nin insan haklarına saygılı Atatürk milliyetçiliğine bağlı bir hukuk devleti olduğu belirtilmiştir…” diyerek iptal talebine karşı savunma yapmıştı. Danıştay 8. Dairesi de yukarıdaki gerekçeyle, 2011’de Ant’ın okunmaya devam edilmesi yönünde oybirliğiyle karar vermişti.

Ancak 8 Ekim 2013 günü, Çözüm Sürecinde, Milli Eğitim Bakanı Nabi Avcı; İlköğretim Kurumları Yönetmeliğinin 12. maddesinde bir değişiklik yaptı; andımızı kaldırdı. “Bugünün dünyasında söyleyenler de, söyletenler de neyi niçin söylediklerini çok düşünmez hale gelmişti. Günün şartlarına uyduruldu” gerekçesini öne sürdü.

Bu değişiklik, çözüm pazarlığındaki “ada” sakininin de isteğiydi.

Eğitim işkolunda örgütlü sendikalar (Türk Eğitim-Sen ile Eğitim-İş); iptal için Danıştay’a başvurdular. 2013 yılından 2018 yılına kadar karar çıkmadı. Sonunda Danıştay 8. Dairesi; başvuruyu haklı buldu, yönetmenlik değişikliğini iptal etmiş oldu. 18 Nisan 2018’de andımızın okunmaya devam edilmesi kararına uyulmadı. Milli Eğitim Bakanı olan Ziya Selçuk, kararı temyiz etti.

Danıştay İdari Dava Daireler Kurulu, Mart 2021’de oy çokluğuyla (7\6) değişikliğin uygunluğuna karar verdi (kurul sayısının aleyhteki görüşte olanların sayıca çoğalması beklenmişti).

Hükümet de 11 yıl sonra andımızı kaldırma gerekçesini açıkladı: “Soğuk Savaş döneminde kapalı toplumlarda bir dönem öğrencilerde milli bilinç uyandırılması amacıyla toplu ve sözlü tekrarlara dayanan törensel uygulamalar güncelliğin yitirirken; ileri demokrasilerde uygulamaların terk edildiği gözlenmektedir. Öğrencilerde milli bilincin uyandırılmasına yönelik bu tür uygulamaların yararlı bir etkisi bulunmamaktadır. İlkokullarda her sabah esas duruşta ant okunması, pedagojik olarak da zararlı bulunmakta, öğrenci olmayan, ezbere dayalı bu tip zorunlu zararlı tekrarların öğrencilerin zihinlerini gelişimini olumsuz etkilediği vurgulanmaktadır. Bu yüzden okullardaki Andımızın okunmasına yönetmelik değişikliğiyle son verdik” diyor.

Bunu da 8 dilde bastırdığı kitaplarla dünyaya duyurdu.[3]

Peki -208’deki savunma mı, şimdiki gerekçe mi doğru- diye sorulmaz mı?

***

Milliyetçiliği tekeline almış gözüken (!) MHP; süreç boyu suskunluğunu; Andımızın okunmaması kararı karşısında yükselen tepkiler karşısında; zorunlu bir karşı çıkış gösterdi. Oysa hükümetin büyük ortağı, küçük ortağın düşüncelerini almamış olamazdı.

AKP Hükümeti, ibadete kısmen açık olan Ayasofya’yı bütünüyle ibadete açma işini de, andımız gibi yargı eliyle halletmişti.

ABD, Rusya, İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya, İspanya, Japonya vb devletler gibi her devletin bir andı-aidiyet yemini vardır. Örneğin ABD andı, el kalp üzerine konarak okunarak okunur.

Türkiye’deki Ant karşıtlığı; metin içindeki “Türk” sözcüğü nedeniyledir. Ayrılıkçı yapılar, bunun ırkçılık; teokratik özlemliler ise ümmet karşıtlığı olduğunu öne sürerler.

Oysa Anayasamızın 66. maddesi ulus şöyle tanımlar: “Türk Devleti’ne vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür.”

Atatürk ise; “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk Milleti denir” şeklinde tanımlamıştır.

Her iki tanımda da Irkçılık ifade eden bir tanım yoktur. Şark Meselesi adlı eserimde de belirttiğim gibi, batılı-garplı devletler, taa Büyük Selçuklu Devleti’nden itibaren doğu-şark toplulukları “Türk” diye ifade etmişlerdir. Nitekim Anadolu Selçuklu ile Osmanlı devletlerini e “Türk” diye ifade etmiştir. Kurtuluş Savaşı’nı sürdüre Kuvay-ı Milliye’yi de aynı sözcükle ifade etmiştir. Daha meclis Ankara’da toplanmadan “Türkler” demiştir. İstanbul merkezli Osmanlı Devleti karşısındaki Anadolu halkını Türk olarak genellemişlerdir.

O nedenle kurulan devletin adı; Türkiye Cumhuriyeti Devleti olmuştur.

Zaten “Türk Dünyası” olarak ifade edilen uzak doğudaki Türkmen, Kırgız, Kazak, Kıpçak, Uygur, Moğol veya Ön Asya’daki Kürt, Ermeni, Çerkez, Azer, Gürcü, Pomak, Rum, Arnavut vs tümü; “Türk” tanımı içinde genelleniyor.

Etnik veya teo stratejilere göre Atatürk milliyetçiliğini tanımlamak ve yargılamak, en iyimser şekliyle ayrıştırmadır. Çağdaş ve geniş boyutlu bir kavramın daraltılmasıdır. Türkiye’yi Yogoslavyalaştırmak, Iraklaştırmak anlamını içerir. Laik anlayıştan uzaklaştırmak, tasada ve kıvançta bölünmez bütün olma ülküsünden saptırmak, ülkeyi kent devletçikleri anlamında özerkleştirmek, ulusal devleti yok etmek vb anlamlara gelir.


[1] Türk Tarih Kurumu Kongre Tutanakları

[2] 17 mart, Aytunç Erkin

[3] 18 mart, saygı Öztürk