Koronavirüsün bize de sıçradığı, salgının etkisine girdiğimizin açıklandığı günlerden biriydi. Bostancı durağıydı sanırım, Marmaray'a genç bir kız bindi. 

Aman ne biniş…

Vagonda gözü ulaşabilen kaç kişi varsa kafasını o tarafa çevirdi. Ünlü birini tanırlar da başına üşüşürler ya; sanırsın herkes genç kızın etrafını saracak, imza isteyecek… Hani olur a; en geniş birine bile ‘Bu kadar da olmaz’ dedirtecek türden bi giysisi vardır üzerinde… Öyle de değil. Zaten kış mevsimi; e…

Kadınlar erkekler, özellikle de çocuklar bakışlarını saniyelerce genç kızın üzerinde odaklandırdılar. Hani var ya sokak röportajları; hee… Uzatsan mikrofonu hepsi birden çok da umurlarında değil ama ‘Virüs trene bindi’ diyecek gibi açıklayacaktı sanki bakışlarının nedenini…

Genç kız bu olağanüstü ilgiden elbette rahatsızdı ancak biri çıkar bi laf eder de gereksiz diyalog yaşanır diye insanlarla göz göze gelmemek için çantasından çıkardığı telefonuyla uğraşmaya başladı. Üstelik, onun yaşlarında görünen genç kızlar da garip görünen kızımıza bakıp kendi aralarında kıkırdaşıyorlardı…

Kızımızı diğer bütün yolculardan ayıran tek özelliği, yüzünde maske olmasıydı…

Evet… Dikkatleri ve bakışları üzerine çeken tek fazlalık, maskesiydi… Hiç kimsede maske yokken birinin yüzünde bulunması diğerlerini açıktan rahatsız etmişti. Sanki trene bulaşıcı hastalık virüsü taşıyan biri binmişti. 

Bizde; ‘Bize bişe olmaz’ mantığı hala ağır basıyordu, ta ki bize bişe olana kadar…

Henüz sokaklarda, kalabalık ortamlarda maske takmanın zorunlu kılınmadığı, salgının elini kolunu sallayarak Türkiye’ye daldığı ilk günlerden biriydi. Diğer birçok ülkeden her gün tonlarca ölüm haberleri gelirken bizde ‘vah vaah’la geçiştirilen bir süreç yaşanıyordu. 

Genç kızımız trenden inerken uzaylı görmüş gibi tepki verenler gözden kaybolana kadar arkası sıra baktı, dedikodusunu yaptı…

Kızımızın işi zordu, sokaklarda binlerce insan tarafından görülecek, belli ki yine yadırganacaktı. Trendeki sokaktaki herkes maske önleminin ne kadar önemli olduğunu da zamanla öğrenecekti. Çünkü virüs kapıya dayanmayı aşmış, memleketin her bir tarafına yayılmıştı. E bu da normaldir çünkü olay salgına dönüşmüştü. Hastanelerden koronavirüs nedenli can kayıpları haberleri artarak geliyor, virüs taşıyanları geçtik, apartmanlar mahalleler karantinaya alınıyordu. Öğrenci yurtları bile zoraki misafirhaneye dönüştürülmüştü. Salgına yakalanıp ölenlerin cenazeleri kimi yerlerde yakınlarının katılması bile beklenmeden apar topar toprağa veriliyordu…

Bunların hepsini yaşadık, sonra da ‘Önlemini alarak salgınla yaşamaya alışacağız’ demeye başladık. 

Daha sonraları yine Marmaray ile yolculuk yapıyorum, trene genç bir kız bindi. Kimse dönüp bakmadı, çünkü her yolcu maskeliydi…  Tren deniz altından süzülmek için tünele girdiğinde, kapı camını ayna gibi kullanan kız maskesini bir aksesuar gibi düzeltmeye başladı. Bir ucundan tutup kenara çekiyor, burnunun üzerine istediği gibi yerleştirdikten sonra telini sıkıyor falan, yani kendi gözüne maskeyle nasıl güzel görünecekse öyle yapmaya çalışıyordu… Anlayacağın, salgınla yaşamaya alışmıştık… 

Hijyen malzemeleri, sabunlar, maskeler, evlere kapanmalar derken yine de yüzbinlerce can kaybederek bugünlere kadar geldik. Salgının zayıfladığı söylense de yine her gün vaka sayısı binlerle, can kaybı da onlarla açıklanıyor. Yani tehlike geçmiş değil. 

Şimdi geldi çattı Ramazan…

Her köşede salonda geniş katılımlı iftar sofraları kuruluyor, kitleleri çekecek etkinlikler düzenleniyor. 

Elbette insanlar iftar sofrasında kaşığı ağızlarına her götürdüğünde geçim derdini düşünüyor ancak, salgını da unutmayalım. Bedava yemek ne zamları geri çeker ne de koronavirüsü yanımızdan öte iter. 

Yakının da olsa yanındakinin sağlık durumunu dışardan bakarak anlayamazsın. Aman dikkat, iftar sofralarında ağzına attığın lokmalarla;

Beleş virüs yutma!…