Kurtuluş Savaşı'nda çıkartılan “Tekâlif-i Milliye” (Ulusal Yükümlülük) kanunu ile bugün devletin başlattığı “biz bize yeteriz” kampanyası bir tutuyorlar.

Dünyanın en onurlu savaşı olan Ulusal Kurtuluş mücadelemiz üzerinden benzetmelerle algı üretmeyi çok seviyorlar. Şu benzetme haklı olabilir mi? Bir tarafta mutlak yokluklar içinde bir ulusal kurtuluş savaşı için topyekûn seferberlik varken, bu tarafta “en hazırlıklı ülke biziz, virüs krizinden güçlenerek çıkacağız” denilen (dünyanın kıskandığı söylenen) bir günümüz Türkiye’si var.

Farkında mısınız, Atatürk ve milli mücadelenin pozitif algısından kendi siyasetlerine kavram transferi çabasına fazla başvurur oldular. Anımsarsanız, Türkiye’nin maaşlarını ödediği paralı askerlerden oluşan ve şu anda hem Suriye’de hem de Libya’da savaşan ÖSO da “Kuvva-i Milliye”ye, yürüttükleri savaş da “Milli Mücadelemize” benzetilmişti.

Ekonomik, politik ve uluslar arası yönetim krizlerine karşı iktidarın verdiği tüm mücadelelere “kurtuluş savaşı” üzerinden önem ve saygınlık atfetme çalışması, pozitif kavramların içinin boşaltılması gayreti olarak da görülebilir. Bu tespiti biraz açmakta yarar var.

Bilindiği gibi paranın piyasada çoğalması paranın enflasyonu sonucunu verir. Kelime ve kavramların da yersiz ve sık kullanılması, bu kavramların anlam enflasyonuna sebep olabilir. Kurtuluş savaşımız ile bu günlerde yaşananlar arasında sık sık benzerlikler kurma çabalarının gerçeği yansıtmadığını herkes biliyor. Bu zorlama benzetmeler olsa olsa iktidarın kendisini ne kadar zorda hissettiğinin örtülü bir ifadesi veya itirafı olabilir ancak.

Ülkede yaşanan her güçlüğe karşı iktidarın yürüttüğü mücadele halka “Kurtuluş Savaşı” kavramları ile sunulursa, Kurtuluş Savaşımız değil ama topluma söylenen sözlerin değeri ve inandırıcılığı enflasyona uğrar. İnsanlar “ulusal mücadelemiz 3 yılda bitti ama bu iktidarın kurtuluş savaşı da 18 yıldır bitmedi gitti” demeye başlarlar.

VİRÜS KRİZİNE HAZIRLIKLI MIYDIK, DEĞİL MİYDİK?
Bir kere buradaki şu çok yaman çelişkinin giderilmesi ve anlaşmamız gerekiyor. Bu krize hazır olma konusunda çok süper durumda mıydık, değil miydik? En hazırlıklı ülke idiysek bu “Tekâlif-i Milliye” benzetmeleri neden yapılıyor? Yok eğer, özellikle de hazine olarak çok da çok sıkıntılı dönemde yakalanmış isek, “niye bize hala doğruları söylemiyorsunuz?” diye toplumun sormaya hakkı yok mu?

Bu mücadeleye ülke ekonomisi olarak hazırlıksız yakalandığımız çok açık ortada. Ama “neden bu kadar hazırsızdık, neden bugünler için lazım olan işsizlik fonunu, hazinenin yedek akçesini, deprem fonu paralarını vb. gereksiz yere harcadınız?” diye sorulduğunda, “bu günlerde siyaset konuşmayalım” diyorlar. Onlar aynı hataları hep yapmaya devam edecekler ve bize hep “bu zor günlerde bu sorular sorulmaz, iktidara koşulsuz destek olun” demeye devam edecekler.

YEDEK AKÇE 'ATIL DURAN PARA' İMİŞ
Tam da bu kriz günlerde gerekli olacak Merkez Bankası’nın yedek akçesi ve işsizlik fonu iktidarın günlük nakit ihtiyaçları için heba edildi. İktidar medyası yedek akçenin hazineye aktarılmasını bize “atıl duran para hazineye aktarılarak yatırımlarda kullanılacak. Bu karar ekonomiye güç katacak, stratejik sektörler ve yatırımlar fonlanacak, ekonomi rahatlayacak” diye sunmuştu. Görüyoruz bugün ekonominin güçlenmiş ve rahatlamış halini!Üstelik yedek akçe yatırımlara filan değil yandaş müteahhitlere aktarılırdı.

Dönemin Merkez Bankası Başkanı Murat Çetinkaya için “Faizleri düşür dedik, dinlemedi” denilerek görevden alındığı açıklanmıştı anımsarsanız. Aslında eski başkanın, bu yedek akçenin hazineye devrine itiraz ettiği için görevden alındığını da konuyu yakından izleyenler biliyordu. Bugün “Hazine para basmaya başladı, umarız yaratılan yeni kaynak bu sefer doğru yerlerde kullanılır” diyor ekonomistler. Böylece topluma IBAN numarası vererek, kamu kurumlarına doğrudan yazılı emirlerle salma salarak para toplar hale geldiler.

MASKE DAĞITIMLARI YILAN HİKAYESİNE DÖNDÜ
Yılan hikâyesine dönen ve halka dağıtımı hala bir türlü becerilemeyen maske meselesi iyice çığırından çıktı. Bunun sebebi de yine, “yardımlardan devşirilecek siyasal rantı kimseye bırakmayız” anlayışından kaynaklanmaktadır. Önce “65 yaş üstüne bedava kolonya-maske” dediler, bunu gerçekleştiremediler. Sonra, maske dağıtımlarını kâh PTT ile kâh polis marifeti ile “ihtiyaç sahiplerine ulaştıracağız” dediler, son olarak da eczanelerde dağıtılacak denildi. Bu basit konuyu dahi bir türlü beceremediler. Ancak bu işin siyasal rantını muhalefete yedirmemeye kararlı olduklarını çok net gösteriyorlar.

8 Nisan günü Bartın Halkevleri Şubesinin pazarda halka maske dağıtmasına polis “standartlara uymuyor” diyerek el koydu, dağıtanları ve hatta maskeleri diken terziyi göz altına aldılar. Oysa bir gece önce Sağlık Bakanı “herkes evinde pamuklu kumaştan maskesini kendisi dikebilir” demişti.

Maske satışlarının ve Bartın’da olduğu gibi muhalif örgütlerin ücretsiz dağıtımlarının yasaklanmasının sebebi ne olabilir? Amaç, ne zaman ulaşacağı bilinmeyen Cumhurbaşkanlığı logolu “Hediye” maskelerin önemlerini iyice artırmak mı acaba? Vatandaşlar “hediyeden filan vazgeçtik, paramızla maske almak istiyoruz, çünkü maske olmadan marketlere girmek ve toplu ulaşım yasak” diye yakınıyorlar, ama buna bir çözüm sunulamıyor.

Son olarak 10 Nisan gece yarısı başlayacak iki günlük sokağa çıkma yasağını iki saat önce bildirdiler, millet tam bir panik halinde sokaklara, marketlere hücum etti, sokak kavgaları oldu. Virüsün en hızlı yayılma günü olarak tarihe geçecektir sanırım bu tarih. Tüm bunlara rağmen nasıl oluyorsa, virüs krizini dünyada en iyi yöneten ülke olduğumuzu söylüyorlar.

'YARDIMLARDAN SİYASAL FAYDAYI KİMSEYE BIRAKMAM'
Bu krizde muhalif belediyeler doğrudan yardımlarla halkın gönlünü kazanacak diye ödleri kopuyor. Elazığ depremi sırasında HDP’li belediyelerin yardımlarını geri çevirmeleri, CHP’li belediyelerin deprem yardımlarını halka doğrudan dağıtmalarına engel olmaları da bu sebeptendi. Önemli olan ihtiyaç sahiplerine gerekli olan desteğin sağlanması olsaydı, parti ayrımına bakılmaksızın tüm yardım ve destek çabaları baş tacı edilirdi. Bunu yapmıyorlar, çünkü (kullanmayı çok sevdikleri bir deyim ile) iktidarın amacı “üzüm yemek” değil ve hiç olmadı.

Erdoğan bu virüs krizi sürecinde muhalefetten hiçbir siyasetçi ile görüşmediği gibi, devlet yönetiminde önemli rolleri olan seçilmiş muhalif belediye başkanlarını muhatap dahi almıyor. İktidarın İstanbul’da virüse karşı aldığı tedbirlerle ilgili soru soran gazetecilere İBB Başkanı İmamoğlu “biz de sizin gibi basından izliyoruz, bize hiçbir bilgi vermiyorlar” diyor.

Cumhurbaşkanı virüs krizinde de yalnızca kendi partisinden Belediye Başkanları, AKP il başkanları, Valiler ve siyasetçiler ile görüşüyor. Bu görüşmelerde yardımların ne şekilde ve kimlere dağıtılacağı ele alınıyor, toplumun siyaseten gönlünün kazanılması mücadelesinde bu krizinin bir fırsata çevrilmesine özel çaba sarf ediliyor.

Virüs krizinde de önceliğin iktidarın siyasal kaygıları olduğunu, bunun için toplumsal kutuplaşmaların pekiştirildiğini ve “topluma yardım lazımsa bu ancak AKP elinden olur, muhalefete bu konuda izin verilemez” yaklaşımında olduklarını görüyoruz.

EĞRİ CETVELDEN DOĞRU ÇİZGİ
Tüm karar ve icraatlarda öncelikle ülke ve toplum yararlarının gözetilmesi gerekirken böyle olmadığı, alınan tüm kararlarda önceliğin siyasal fayda hesapları olduğu zaten biliniyordu. “Bari bu virüs krizinde böyle olmasaydı” diyenler oluyor. Ama bu tutumda bir değişiklik olamaz, peki neden?

Eğri cetvelden doğru çizgi çıkmaz” diye Hazreti Ali’ye atfedilen bir özlü söz var. İktidarın her tür siyasetini yürütürken kullandığı elindeki cetvel düz değil, ona kendilerince bir eğim vermişler. Tüm öngörülerinde, kararlarında işte bu eğri cetveli kullanıyorlar ve haliyle düz çizgi hiç çıkmıyor.

İktidarın elindeki eğri cetvel, tüm uygulamalarda temel önceliğin iktidarın siyasi geleceği olduğu önkoşuluna göre şekillendirilmiş. Siyasette hukuk, rasyonalite ve vicdani yaklaşımlar bu sebeple yok sayılıyor. Böylesi evrensel ve ulusal hayati önemdeki virüsle mücadelede dahi bu ilkelerinden taviz vermemeleri, bu yaklaşımlarının her hal ve koşulda asla değişmeyeceğini kanıtlıyor. Hele ki beklenen büyük İstanbul depreminde başımıza gelecekleri düşününce feci bir karamsarlığa düşmemek mümkün olamıyor.