Hakan Yurdanur

Hakan Yurdanur yazılarıYer İzmir’in Bornova ilçesi. Tarih 30 Ekim. Saat: 14.50 civarı…Yaşadığım binanın şiddetli sarsıntısını raftaki kitapların yere düşmesi izliyor. Korkunun anlamı, yaşam ve ölüm arasındaki ince çizgide saklı. Beşik gibi sallanan binanın duvarlarından gelen yeraltı uğultusunu, çevreden gelen çığlık ve ağlama sesleri izliyor. Zaman uzuyor, mekanlar yıkılıyor… Tarifi çok zor olan bu trajediyi yaşamış birisi olarak gelin zamanı dondurup resme binaya daha yakından bakalım. Depremin ekonomi politiğini birlikte inceleyelim.

İzmir Bornova‘nın meşhur bamya tarlalarının (doğa) üzerine bina inşa ederek (ekonomi) içinde yaşayan insanları (toplum) deprem üzerinden öldürmek aslında, ekonomi – toplum – doğa üçgeninin ne olduğunu bir kez daha göstermektir. Bu üçgen, depremde hayat kurtaran "yaşam üçgeni" değil, mezarda son bulan "ölüm üçgeni" dir! Deprem, neoliberal kentleşme modelinde önce şehirlerin sonrada sistemin en önemli tehditlerinden birisi durumunda. Başka türlü ifade edersek deprem; yaşam biçimleri önce sarsılan sonra bu sarsıntının altında kalarak ölen "ezilen" insanların korkunç hikayesidir.

Neoliberal sermaye birikim modeli yıkıcıdır. Şiddettli sarsıntıyla gelen yıkımın altındada bu modelin uygulayıcılarının imzası bulunmakta. Durum böyle oluncada bina, kullanım değerli yapı olmaktan çıkıp değişim değerli metaya dönüşmekte. Bu dönüşüm sonucunda da binanın içinde kimin, nasıl, ne şartta yaşadığının, zemin etüdünün, beton kalitesinin, kolon – kiriş sağlamlığının bir önemi kalmamakta.

Depremin getirdiği yıkım sonucu dönüşüme uğrayıp bu Dünyayı terk eden canlıların yerini başka bir dönüşüm almakta: "kentsel dönüşüm!" Kentsel dönüşüm aslında içeriğinden soyutlanarak yağma ve talanın üstünü örtmenin diğer adıdır. Bu nedenle "kentsel bölüşüm" demek bana daha anlamlı geliyor. Bu bölüşümün sınıf başkanları olan beton kafalı müteahhitler için, herkese yeterli sağlam konutlar yapmak yerine, daha çok kazanmak adına iki oda bir salon tabutlar yapmak önemli olmakta. Eskinin ”yap – işlet – devret” mantığının günümüzdeki yansıması ”yık – tekrar inşa et – sonra mahvet” şeklinde. Bu mahvedişin sonundada toplum ve doğanın uzun dönemli çıkarları ile sermayenin kısa dönemli çıkarları arasında derin çatlaklar, yarıklar oluşmakta; sonunda da köprüler yıkılmakta, binalar çökmekte, asfaltlar yarılmakta, denizler taşmaktadır. Salt rant elde etmek adına acele, plansız, alt yapısız kurulan kentler doğal afetler karşısında çaresizdir korunmasızdır. Unutulmamalıdır ki; kent planlaması ülke planlamasından bağımsız olamaz! Günümüzde kentleşme cinayet ekonomisinin betonlaşmış biçiminden başka birşey değildir. Kent vasfını yitirmiş kentlerde klasik faşizmin gaz odalarının yerini, güncellenmiş faşizmde çöken tabut konutlar, mezarlığa dönmüş sokaklar almaktadır.

Rant gelirlerinin ana paydasını oluşturan beton ekonomisi işçi – emekçileri ve orta sınıflardan oluşan çalışanlarını yaşarken öldürmekte: kuralsız taşeronlaşma, sigortasız ve güvencesiz çalıştırma, sendikasızlaştırma, kolayca işten atma vd…

Bir diğer önemli konuda kaçak yapılaşma. Kaçak yapı deyince sadece gecekondu yada binanın üzerine ek katlar çıkılmasını anlamamak gerek. Depremle yerle bir olan bölgenin neredeyse tamamı kaçak yapılaşmadır. Ruhsat izni alınması, mühendise mimara imza attırılması o binanın kaçak yapılmadığı anlamına gelmez. Ada parselinin belli olması, binanın isminin olması binadaki betondan, kumdan, çimentodan, demirden çalınmadığını göstermez!

Günümüzün modern toplama kampları haline gelmiş binalarda oturanlar için doğanın yasası ile kentin yasası farklı işler. ”Afetten nimet” bekleyen sistem evi yıkılan insanları borçlandırarak yeniden ev sahibi yapma derdinde. Bu borç batağının diğer yüzü de alt yapı hizmetlerinin (elektrik – su – doğalgaz – ulaşım) özelleştirilmesidir. Bu döngü beraberinde binaların da özelleştirilmesi anlamına gelir. Böylece kentli yurttaş önce soyulan sonra mezara konan yurttaşa dönüşür.

Bamya tarlasından beton binalara, beton binalardan mezarlığa giden süreç İzmir Bornova'nın hazin hikayesidir.