"Dünya, kötülük yapanlar yüzünden değil, seyirci kalıp hiçbir şey yapmayanlar yüzünden tehlikeli bir yerdir." — Albert Einstein¹
Yaşadığımız çağın karmaşası içinde; bizi biz yapan ama farkına varmadan hızla yitirdiğimiz uzlaşı, saygı, hoşgörü, empati, vicdan ve adalet gibi insanî değerlerimiz artık nerede, bilen var mı?
Ve, ne ara bu kadar savrulduk, ne zaman bu kadar yabancılaştık kendimize?
Hasan Hüseyin Korkmazgil² diyor ki: “Bu yozluk bir gün yıkılacak, bir başka gülecek bu sokaklar…” Peki, biz bunu gerçeğe dönüştürebilecek bir irade gösterebilecek miyiz? Herhalde, Platon’³un yüzyıllar öncesinden yaptığı, “Kötülüğe engel olmayan, ona ortak olmuş demektir.” uyarısını da unutmuş gibiyiz.
Elbette, ne tür bir insan olacağınızın ve yaşamınıza yön verecek değerlerin seçimi bireysel bir tercihinizdir. Ancak içinde bulunduğunuz ekonomik, sosyal ve kültürel iklim; bu tercihi yapmanıza daha en baştan müdahale eden, hatta çoğu zaman sizi yönlendiren bir yapı kurmuştur. Kötülerin kürsüye çıktığı, niteliksizin ödüllendirildiği, kötülüğün normalleştirildiği bir dünyada yaşamıyor muyuz? Çoğu zaman devekuşu misali, kafamızı kuma gömüp olan biteni görmezden gelmiyor muyuz?
Bugün, Cumhuriyetin “fert” bilinciyle yetiştirmeyi amaçladığı aydın insan modeli “demode” sayılırken; zübüklüğü bilindiği hâlde, çıkar ilişkileriyle var olan cari politikacı modeli önünde eğilen, bir koli gıdaya fit olan insan tipleri makbul görülmüyor mu?
Machiavelli⁴, “Kitleler her zaman dış görünüşe ve sonuçlara bakarak aldanırlar.” diyor. Bugün alkışlanan bu tipoloji bilmelisiniz ki, toplumun değil sömürü düzeninin makbulüdür.
Gerçekten, işinde yetkin, emeğiyle var olan insanlar "adam harcama makinelerine" atılırken; ilkesiz, fırıldak ve her devre uyum sağlayan tipler baş tacı edilmiyor mu?
Bir tarafta, tefecilik adeta sıradan bir meslek hâline gelirken; diğer tarafta küçümseme, tepeden bakma, dedikodu, çamur atma ve riya “yükselen değer” olarak pazarlanmıyor mu?
Bu arada, normal olanı yapan, nezaketi, olgunluğu ve saygıyı siyasetinin merkezine koyanlar "pasif" bulunurken; rakibini aşağılayan, hakaret eden, birikimi olmayan ama iyi yalan söyleyen politikacı tipi de alkışlanıyor ki, bütün bunlar olurken hâlâ, “Neler oluyor bize?” diye sormak yerine, bizi bu felakete sürükleyenlere alkış tutuyoruz.
Peki neden, sorunlarımızla yüzleşmekten mi korkuyoruz? Bu yüzden ya sorunları büyütüp çaresizliğe teslim oluyoruz ya da küçümseyip yokmuş gibi davranıyoruz. Oysa bu “devekuşu politikası”, gerçeği ortadan kaldırmaz; yalnızca felakete sürükleyenlerin işini kolaylaştırır.
Montesquieu’⁵nun dediği gibi: “Bir tek kişiye yapılan haksızlık, bütün topluluğa yönelmiş bir tehdittir.”
Bakınız; kargaşa ve yozlaşmanın sıradanlaştığı, iyilerin kötülerin şerrinden korunmak için psikoloğa gittiği bir dünyada yaşıyoruz. Yalnızca galip gelenin yazdığı tarihi okumakla kalmadık, onun bugünkü devamı olan küresel tefeci sermaye düzeninin değerlerini de içselleştirdik.
Batı neden özellikle Atatürk’e ve Türk kimliğine bu kadar saldırıyor? Zira bu kimlik; bağımsızlık, ahlak ve aklı merkeze alan, küresel sömürü düzenine direnme potansiyeli taşıyan nadir tarihsel örneklerden biridir.
Eğer bir memleketin yarısı düşünmekten uyuyamıyor, diğer yarısı ise uyumaktan dolayı düşünmeyi başkasına bırakıyorsa; “Bu yozluk bir gün yıkılacak” diyebilmek için yalnızca umut etmek yetmez. Tolstoy’⁶un dediği gibi, insanın kendine, dünyaya ve hayata meydan okumayı bilmesi gerekir.
Yeniden başlamalıyız. Öncelikle tarihimizi doğru öğrenmeli, kimliğimize sahip çıkmalıyız. Kafamızı kumdan çıkarıp, tarihin gördüğü en uygar ve en zeki liderlerden biri olan Mustafa Kemal Atatürk’ü rehber edinerek; sorunlarımızla yüzleşmeli, aklı ve bilimi merkeze almalı, insanlığın evrensel değerlerini kararlılıkla savunmalıyız.
Makbul insan; biat eden değil düşünen, susan değil konuşan, korkan değil sorumluluk alan insandır.
“Söz söylemek irfan ister, anlamak ise insan.”
Fuzûlî⁷
Not: Ahmet Zorlu, Kenan Özek ve Gürcan Banger'e teşekkürler.