Kim ne derse desin, (bilimsel bir istatistik var mı bilmiyorum ama) bu ülke insanlarının büyük çoğunluğu şiddeti seviyor ve meşru görüyor! İnsanların şiddet olaylarına yaklaşım şekilleri; failin ve mağdurun subjektif haklılık veya haksızlık algılarına ve siyasal kutuplaşmadaki konumları göre değişebiliyor. Bu subjektif kanaatlere göre şiddet faili kınanıyor veya “… ama” ile başlayan gerekçelendirmelerle şiddet eylemi meşrulaştırılma yoluna gidiliyor.

Böylesi bir toplumsal iklimde siyasal liderler de şiddete karşı net bir karşı duruş göstermedikleri gibi şiddetin yanında konumlanabiliyorlar.

Gezi parkı eylemlerinde uygulanan aşırı ve dengesiz şiddete rağmen dönemin Başbakanı “polisimiz kahramanlık destan yazdı” diyebiliyor.

Gazetecilere ve aydınlara dönük siyasi saldırıları, meydan dayaklarını iktidar partisi ortakları görmezden gelebiliyor hatta destekleyebiliyorlar.

Şehit cenazesinde Kemal Kılıçdaroğlu’na dönük linç girişimine ilişkin açıklamasında Bahçeli “O bölgede ne işin var senin. O adama yumruk attıracak kadar ne yaptın sen Kılıçdaroğlu” diyebiliyor.

Erzurum’da seçim mitinginde taşlı saldırıya uğrayan Ekrem İmamoğlu için dönemin İçişleri Bakanı Süleyman Soylu provokasyonu hazırlayan kişinin İmamoğlu olduğunu iddia edebiliyor.

Meral Akşener şiddetin uç noktası olan siyasal cinayetler için “biz geçmişimizde siyasi cinayetlere tanık olduk ama mertçeydi” açıklamasını yapabiliyor.

Toplum Şiddete Gerekçesi Üzerinden Yaklaşıyor

Toplumda giderek arttığı bilinen kadına yönelik şiddet olaylarına bakışta da haklılık-haksızlık eksenli benzer yaklaşımın yaygın olduğu görülüyor. Aile içi şiddetin baş mağduru kadınların birçoğunun, maruz kaldığı eş-sevgili şiddetinin gerekçesinin haksızlığı üzerinden savunu kurduğuna da tanık oluyoruz.

Toplumun ve siyasetin böylesi koşullu yaklaşımının sonucu olarak, şiddet olaylarının koşulsuz reddedilmesi yönünde toplumsal bir mutabakat oluşamıyor. Şu ana kadar bu yaptığım genellemeye aykırı düşen, toplumun tüm kesimlerince kökten reddedilen bir şiddet vakasını ben hatırlamıyorum.

Sert siyasal kutuplaşmanın sonucu olan bu ayrışmaya son örnek olarak, geçen hafta bir Kaymakam’ın imamı dövmesi olayını gördük. Bu gelişme daha çok, iktidar ortakları siyasal İslamcı AKP ile milliyetçi MHP arasındaki (gitgide daha görünür hale gelen) çatışma üzerinden tartışılmaya devam ediyor. Ben yazımda olayı bu ayrışma açısından değil de, toplumsal ve siyasal şiddetin toplumsal karşılığı yönünden irdelemeye çalışacağım.

Milliyetçi Kaymakam MHP’yi İslamcı İmam AKP’yi mi Temsil Ediyor?

Geçtiğimiz Cuma gündeme düşen, Diyarbakır’ın Kulp İlçe Kaymakamının cami imamını darp etmesi olayına yaklaşımlar (her zamanki gibi) siyasal konumlara göre değişti. İmam Cuma hutbesinin şehitlerle ilgili kısmını okumadığı gerekçesi ile kaymakamın kendisine küfür ettiğini, yumruk ve tekme attığını, sarık ve cübbesini çıkarttırdıktan sonra mikrofon demiri ile dövdüğünü söyledi.

İmamın en fazla idari soruşturma konusu olabilecek “hutbeyi eksik okuma” eylemi sebebi ile kaymakam şiddetine maruz kalması, türlü mazeretlere sığınılarak meşru gösterilebilir mi?

Konunun tam içeriği ve detayı her ne olursa olsun, insanın fiziki varlığına ve onuruna dönük şiddet her durumda reddedilmesi gereken bir eylem değil midir? Meğer değilmiş!

Bu şiddet olayı da, imamın ve kaymakamın temsil ettiği siyasal kimlikler üzerinden ele alındı, buna göre kınandı veya onandı. Daha da ötesi alışık olduğumuz üzere bir kez daha mağdur ‘hain’, fail ise ‘kahraman’ ilan edildi!

İslamcı-Ülkücü Kadroların Su Yüzüne Çıkan Kavgası

Mağdur imamın üyesi olduğu Diyanet-Sen, AKP’nin yandaşı Memur-Sen sendikasına bağlıydı, bu iki örgüt imama sahip çıktı. Cami önünde açıklama yapan sendika, “sözde devlet ve millet menfaatine yapılıyor denilen ama gerçekte terör örgüt ve odaklarının ekmeğine yağ süren eylem ve söylemlerin oluşturduğu tahribat…” diyerek MHP’ye göndermede bulundu.

Fakat kaymakama sahip çıkanların karşı tepkisi daha sert oldu. Ülkücü mülkiyeliler, sosyal medyada hem imamı hem de Memur-Sen’i hedef aldılar. Birçok vali, vali yardımcısı ve kaymakam MHP’li olduğu söylenen dayakçı kaymakama ve MHP’li politikacılara destek mesajları yağdırdılar. İmama destek açıklayan Memur-Sen Başkan ve yöneticilerinin FETÖ geçmişlerini gündeme getirdiler. Ülkücü Kamu-Sen, AKP’li Memur-Sen’i “sözde sendika” diye suçladı. Görevini yaparak imamda tespit ettiği darp izini rapora geçiren doktor da DEM bağlantısıyla itham edildi.

Farkındaysanız her iki taraf da (yalandan da olsa) “şiddet nereden ve kime karşı gelirse gelsin kabul edilemez” gibi ilkesel bir tutum göstermedi.

Bahçeli “Müslüman Türk Duruşlu” Kaymakamı Tebrik Etti

Dayakçı kaymakam Burak Akeller’e son ve büyük destek (tam da beklenildiği gibi) iktidar ortağı MHP’nin lideri Devlet Bahçeli’den geldi. Bahçeli Meclis grup konuşmasında “kaymakam şiddet uyguladı bahanesiyle küçücük bir çizikten darp raporu almaya tevessül etmek Müslümanca bir tavır değildir. Kulp Kaymakamımız Burak Akeller’i Müslüman Türk duruşundan dolayı tebrik ediyorum” dedi.

İmamın darp edildiğini belgelemek için doktor raporu almasını dahi yadırgayan bu yaklaşıma göre, hak edilen bir dayak sonucu oluşan “küçücük bir çizik” şikâyet için gerekçe olabilir miydi?

Şiddetin miktarına ‘makul ve kabul edilebilirlik seviyesi’’ gibi bir ölçüt konabilir mi? “Küçük çizgi” denilip küçümsenen yara, bere, ekimoz; şiddetin seviyesinden ziyade iddianın kanıtı ve fiziki delili olarak önemli değil midir?

Bu olayda misal imamın kafası kırılmış olsaydı, küçük çiziği yeterli görmeyenlerin bu sefer “Kaymakam bunu nasıl yapar” diyeceğini mi sanıyorsunuz? “Bu imam ne yaptı da kaymakamı bu kadar tahrik etti, ona bakmak lazım…” demenin ötesine geçerler miydi dersiniz?

Ülkücü Sinan Ateş’in katledilmesini bile lanetlemeyen yaklaşımdan küçücük çiziği ciddiye almasını beklemenin saflık olacağının farkındayım. Ancak siyasal şiddeti açıktan onayan tüm beyanlara da kayıt düşülmesi gerektiğini düşünüyorum.

1 Ocak Galata Mitinginde Ulusalcı Yumruğu

Hatırlayacağımız gibi iktidar destekli “Millî İrade Platformu” 1 Ocak sabahında Galata Köprüsü üzerinde bir miting düzenlemişti. Bu mitinge katılan ve elinde 'Tevhid' bayrağı bulunan bir kişi ulusalcı-milliyetçi bir üniversite öğrencisinin yumruklu saldırısına uğramıştı. Saldırgan derhal tutuklanırken ulusalcı ve milliyetçi kesimler yumrukçu genci desteklemiş, hilafet ve şeriat talepçileri ile iktidar yanlıları olayı şiddetle kınamışlardı.

Bu yumruklu saldırıya en samimi tepkiyi aslında, bugün iktidar gücü karşısında en zayıf durumda olan muhalif kesimler göstermeliydi. “Konu ve içeriği ne olursa olsun, bir kişinin bir diğerini yumruklaması kabul edilebilir bir siyasal tepki olamaz ve bunun sonunun nereye varacağı kestirilemez” şeklinde ortak bir duruş oluşturulamadı.

Oysa kaynağına ve hedefine bakılmaksızın şiddetin koşulsuz reddedildiğine ilişkin oldukça elverişli bir fırsattı bu. Mitingde şeriat ve hilafet çağrısı yapan İslamcıların bu tepkiyi hak ettikleri yönündeki yaklaşımlar oldukça çoktu. Bu olay sonrası soysal medyada “eline sağlık” mesajı paylaşan gazeteci Fatih Altaylı da başlatılan adli soruşturma çerçevesinde ifadeye çağrıldı.

Şiddetin Kronikleşmesi Toplumu Çürütüyor

Ülkede insanların gerginliğinin, toplumsal huzursuzluğun, her yerde şiddetin arttığının ve bu durumun gitgide sıradanlaştığının herkes farkında. Şiddetin bu denli kabul görmesi; toplum içinde zaten zayıflamış olan güven, dayanışma, birlik ve beraberlik duygularının son kırıntılarını da yok ediyor.

Bugün 12 Eylül 1980 öncesi siyasal çatışma ortamının çok daha ötesinde bir ayrışma ve kutuplaşmanın içindeyiz. O dönemde siyasi cinayetler işleniyordu ama tüm toplum bugünkü gibi karpuz misali ortadan ikiye bölünmüş değildi.

Şiddetin toplumsal norm haline gelmesi, yeni nesillerin bireysel ve sosyal gelişimlerini çok daha olumsuz etkiliyor. Böylesi bir ortamda büyüyen çocuklar ve gençler de bu davranış kalıplarını kopyalıyorlar. Bu durum toplumsal huzursuzluk ve ayrışmanın kronikleşmesine ve kalıcılaşmasına hizmet ediyor.

Günlük siyasi faydalar adına siyasal kesimlerce şiddetin yok ya da mazur görülmesi ve ikili hukuk sistemiyle yaratılan cezasızlık algısı toplumu çürütüyor ve bunun sonuçları tahmin edilenden çok daha ağır olacaktır.