Selçuklulardan beri annelerimizin, bacılarımızın, kızlarımızın ve eşlerimizin başlarını örttükleri örtünün adı, başörtüsüdür. Yöresel olarak yazma, yemeni, leçek vesaire de denir.

Ama bu geleneksel örtü, din istismarcıları tarafından “türban” olarak ifade edilmeye başlandı.

Oy uğruna milleti ayrıştırmanın yeni bir aracı yapıldı.

Başörtüsü, din istismarcılar tarafından “türban” adıyla bir siyasi görüşün rozeti yapıldı. Böylece erkek egemen anlayış; kadın cinsiyeti demokratik hak ve özgürlüklerden yoksun bırakmanın; “saçı uzun aklı kısa” edilgenliğine mahkum etmenin aracı haline getirdi.

Adeta, türbanlı olmayan başörtülü kadının din dışı olduğunun ifadesi yapıldı.

Dayanak da, saltanatçı Emevi ulema tarafından Kuran’a dayandırıldı. Diliyle kendi kutsal kitabını öğrenmekten alıkonan anne, bacı, kız ve eşlerimiz; siyasal dinci anlayışın cenderesine sokuldu.

Oysa Kuran; yoksul ve kölelerin daha yarı çıplak olduğu bir zamanda; “örtünme” emri ile göğüslerin örtülmesini sağlamayı amaçlamıştır.

Birincisi; başlardaki örtünün; göğüsler üzerine uzatılmasını istemiş. Katolik anlayış şeklinde saçlara ilişkin bir ifade kullanmamış.

İkincisi; Hz. Peygamber’in, eşlerinin zem edilmesi nedeniyle duyduğu üzüntüyü gidermek, peygamber eşlerinin farklı örtünerek fark edilmelerini amaçlamıştır.

Bu gerçek; tek eşlilikten vaz geçmek istemeyen, kadını bir eşit olarak kabul etmeyen erkek egemen anlayış tarafından istismar aracı yapıldı.

Hz. Peygamber’i doğup büyüdüğü toraklardan Hicret zorunda bırakan müşrik Mekke egemenleri; kerhen Müslümanlığı kabul ettikten sonra; intikam alma kinini sürdürdüler. Nitekim Veda Hutbesi’nde övülenin (4. Halife) halifeliği döneminde; hile ile O Peygamber’in halifeliğini ele geçirdiler. İslam’da haram olan hanedanlık ve saltanatı kurdular. Saltanatçı Ulema fetvaları ile devletin hazinesini, makamlarını ve gücünü kullanarak yönetimini meşrulaştırdılar. Öncelikle Şam’da Hz. Ebubekir döneminde toplatılan, Hz. Osman-Ömer-Ali ve Zeyd gözetiminde Mushaf (kitap) haline getirilen Kuran’ı yaktılar. Hz. Muhammed’in eşindeki orijinal tabletleri alıp imha ederek; Ehlibeyti dışlayarak hem saltanata özgü “sünnet” var ettiler.

Bu gerçeği, en iyi ilahiyat mensubu ve öğrenimli kimseler bilir. Fakat gerçekleri; rahmetli Yaşar Nuri Öztürk, İhsan Özkes ve Cemil Kılıç gibi gerçek Muhammedi din alimleri dışındaki saltanat uleması saklıyor. Başörtüsünü, sörlerin başındaki “türban” olarak meşrulaştırıyor.

Milli Görüş gömleği çıkarıp atan AKP, Emevi anlayışla istimara uygun fetvalarla gerçeklik kazandırıyor.

Tıpkı Yahudilikten İslam’a geçen Rabia’nın, ”ikinci tevbe” talebiyle feminist anlamdaki kadın hakları için verdiği mücadelenin istismar edilmesi gibi.

Sultan Halife II. Abdülhamit’in yasakladığı “çarşaf”ı tesettür olarak kabul edilme aldatmacası gibi!

O kadar ki; siyasi olarak kendi cephesinde olmayan türbanlıyı, “vitrin mankeni” olarak aşağılamak acımasızlığı bile gösteriliyor!

***

LEVENT KIRCA’DAN BEKİR COŞKUN’A VEFA VE VAR GÜN DOSTLARI

Bütün ömürler sınırlı, bütün yaşamlar geçicidir.

Geçici olmayan; o sınırlılık içinde bırakılan izdir.

Son yıllarda hep saygıyla anılacak örnek, yeri doldurulması olanaksız iki kişinin bıraktığı izdir.

Türkiye’nin XX. yüzyılın son çeyreğindeki yüz akı olanlardan sanatçı Levent Kırca ile gerçek gazeteci Bekir Coşkun, hep saygı ve rahmetle anılacaktır.

Her ikisi de, tüm insani değerlerin erozyona uğradığı, “ye kürküm” anlayışının egemen olduğu bir dönemde; insanlık onurunun temsilcisi oldular.

Doğruları seslendirmekte sanatçı olarak Kırca boyun eğmedi, gazeteci olarak Coşkun kalemini bükmedi.

Ayrıca bu iki kişilikli ömür, yaşamak için yaşayanlar ile insan ve dost olarak yaşayanları belirlemede birer turnusol oldular.

Büyük sanatçı ve büyük insan Levent Kırca; “Olacak O kadar” komedisiyle başarının zirvesindeyken insanlığı test etti: Yaşam ve sanat arkadaşı Oya Başar ile vuslat yaşadı. Görünmeyen bir zalim gücün baskısıyla, reyting rekorları kıran “Olacak O Kadar” programına tüm radyo ve televizyonlarca boykot uygulandı. Bir nankörlük ve değerbilmezlik haksızlığına uğradı.

Dünyevi tamahı olmadığı için, yaşamının son demlerinde yaşadığı acıları ancak bir devlet hastanesinde dindirme olanağı bulabildi.

Görünmeyen aynı zalim gücün kahra sürüklediği bir diğer değer de; kalemini asla eğip bükmeyen büyük gazeteci Bekir Coşkun oldu.

Güçlünün adamı olmadığı, mesleğine ihanet etmediği, bel kemikli olduğu için; zalimin zulmünden kurtulamadı. “Dokuz Köy”den kovuldu.

Ama “Onuncu Köy” aramaktan vaz geçmedi.

Neyse ki kendisi için 10.Köy, Peygamber Medine’si gibi bir gazete oldu.

Levent Kırca ile Bekir Coşkun, var olduklarına ve uğruna mücadele ettikleri insanlık ve vefa ile en dar günlerinde karşılaştılar. Gerçek dostluk ve kadirbilirliği yanı başında gördüler.

Hep var günün değil; dar gün dostların da olduğunu bulma mutluluğunu yaşadılar. Hiç yüz yüze gelmedikleri, karşılaşmadıkları bir kişinin dostluğunu hissettiler.

Rahmi Koç’un sıcacık sevgi eli hastanede kendilerine ulaşmıştı.

Onurlu yaşam ve mücadelelerini anlamlı kılan, tatlandıran insanlık ve gerçek vefa.

Zaten 4 Ekim 2019 günü Rahmi Turan ile Emin Çölaşan duyurmuşlardı Coşkun’un dizelerini:

“Böyle mi esecekti

Bu mevsimde bu rüzgar

Bütün kuşlar vefasız

Mevsimler artık sonbahar!

Ayrılık mevsimidir bu aylar…”

İki sevgi dolu yürek; aydınlıklar içinde yürüdüler, demokratik laik sosyal hukuk devleti ve Atatürk ilkelerinin yılmaz savunuculukla.

Ve bel kemiksiz var gün dostlarına karşın, gerçek dostluğu bulmuş olarak…

***

DOYMAYAN İŞTİHA, İLAÇ VE BERGAMA DİRENİŞİ
Dünya, insanların doymak bilmez iştiha ve tamahları yüzünden cehenneme döndü. Bu nedenle arsızlık ve doymazlık, haramzadelik ve köşendönücülük iş bilirlik, liyakatsizlik gibi değerler baş oldu!

Tuz bile koktu.

Egemene kul olmaktan yurttaş özgünlüğüne ulaştırılan çoğunluk, aklı mide emrine verme fırsatçısı oldu.

Vahşi kapitalizmin doymaz iştah ve aç gözlülüğü ile nereden ve nasıl olduğuna aldırmadan vurgun peşine düştü.

Sandıkla yönetime gelenler bile; inançları da istismar ederek firavun sömürücülüğüne soyundular.

Oysa Cumhuriyet; kimsesizlerin kimsesi olmayı amaçlamıştı.

Laik anlayış, eşitlikçi hukuk ve hakça paylaşımla tasada ve kıvançta bölünmez bir bütün oluşturmayı hedeflemişti.

Ama Cumhuriyet düşmanlığı siyaset arenasında geçerli argüman yapıldı. “Dindar ve kindar nesil” iddiasıyla, kimi müminler bende yapılırken kimi müminler dinden soğutuldu.

Mabede, kışla ve okula siyaset sokuldu.

İnanç ile eğitime yazık edildi.

Kır şişeyi, dön köşeyi anlayışı özendiriliyor. İçinde insan olmayan elbise (liyakatsizlik), Nasrettin Hoca’nın kürkü haline getirildi.

Böylesi bir anlayış; insan sağlığını bile önemsenmez oldu.

Bu nedenle Covid-19 adlı “mikrop-deccal” karşısında çaresiz kalındı.

El açıp dilenerek aşı, meteorolojinin haberine rağmen dua ile yağmur sağlamaya çalışıldı.

Çünkü 12 Eylül’ün “Beşibiryerde” generalleri gibi, beton ekonomisinin “beşibiryerde” müteahhitlerine köşe döndürmek için ormanlar ranta açıldı, İstanbul’un canına okundu.

Dünya savaşı sonrasının yokluk ve yoksunluğuna rağmen 1928’lerde kurulan ve başta sıtma ile verem olmak üzere birçok hastalığın kökünü kazıyan “Refik Saydam Hıfzıssıhha Enstitüsü” 2011’de kapatıldı. 17 tür aşı üretmekten aşı dilenmeye mecbur bırakıldık.

Ziraat ve tarımda kendi kendine yeten Türkiye, önemli miktarda ihracat yapma yerine; haksız kazanç sağlayan ithalatçıları yeğledi.

Örneğin kanserojen “glifosat” madde içeren tarım ilacı Monsato’yu ithal ile doymaz iştah sahibi ilaç sektörüne pazar yaratıldı. “Zararına ilişkin şüphenin olması bile o ilacın yasaklanmasını gerektirir” diyen Rio Sözleşmesi’ne devlet olarak atılan imza umursanmadı.

O yüzden “Bergama Çevre Platformu ve Üreticiler” adına Av. Senih Özay’ın Tarım ve Orman Bakanlığı’nın yasaklaması talebine kulak tıkatıldı.

Bakanlık, 6 ay içinde cevap bile vermediği için Bergamalılar yargıya başvurmak zorunda kaldı.

Glisofat; dünyada en büyük GDO’yu (genetiği değiştirilmiş organizma) içeren bir zirai ilaçtır. Dünya Sağlık Örgütü-DSÖ, bunu dünyaya duyurmuştur. Buna rağmen Bayer firması bu Monsato’yu satın aldı, üretmeye devam etti. Birçok devlet gibi Türkiye de ithal etmeyi hüner sayıyor!

Ankara 18. İdare Mahkemesi, 14 Ekim 2020 tarihinde etken maddesi glisofat olan tarım ilaçlarının yasaklanmasına karar verdi. Ne yazık ki hükümet, Anayasa Mahkemesi ile AİHM kararlarına uymadığı gibi, bu kararı da umursamıyor.

Bunun gibi hükümet; Covid-19’a karşı en güvenilmez firma aşısını, hem de yetmez miktarda satın almaktaki ısrarla halkı mı yoksa ithalatçı şirketleri mi gözetilmiş oluyor?