Bütün dinler, Yaratan’dan dolayı yaratılanın sevilmesini ister. Yaratılmışların barış ve dayanışma içinde ayırımcılığa karşı çıkmasını, toplumsal barışın korunmasını ister.

İslam dini dediğimiz Muhammedi öğreti ise, hepsinden daha çok sevgi ve barışın olmasını ister.

Musa peygamber öğretisi, insan-tanrı nitelikli “firavun” anlayışlı yönetimlere karşı yaratılanları korumayı amaçlamıştır. İsa peygamber ise, Musa öğretisini bir halk topluluğun üstünlüğü anlayışına döndüren; firavun gibi üstün sayan, mabedi tefecilerin ofisi haline getirilmesine karşı çıkıştır.

Ne var ki İmparator Konstantin; pağan inanç değerlerini de katarak İseviliği Roma dini ilan etmiş. Böylece kralın veya devletin kulu-kölesi halinde olmasını devam ettirmiş. Devlet baskı, şiddeti ve firevun anlayışlı yönetim ile halkı dinin koruyuculuğundan yoksun bırakmıştır.

Muhammedi din öğretisi ise; rahiplerin Musa’dan sonra, havarilerin İsa’dan sonra yazılı hale getirdikleri kutsal kitaplar yerine, bizzat peygamberin yazılı hale getirdiği Kur’an ile kendilerini “insan-tanrı” yerine koyan firavunluk, krallık ve saltanat yollarını kapatmıştır.

Ne yazık ki Hz. Muhammet (as)’den hemen sonra; onu doğup büyüdüğü topraklardan “hicret” zorunda bırakan Mekke yöneticisi Emevi-Süfyan Ailesi; devlet boyutuna ulaşmış İslam’a inanmışların yönetimini ele geçirmiş. Adeta intikamcı uygulamaları başlamış.

İslam’da haram olan “hanedanlık” ve “saltanat” kurmuş. Bunun için peygamber vasiyetine aykırı olarak Müslümanın Müslüman kanını akıtmasını sağlamış. Dünyevi olan devlet yönetimi (emir’ül mümin) ile manevi olan din yönetimini (imamlık) birleştirmiş. Medine sözleşmesini (senin sana, benim dinim bana) çiğneyerek günümüzde “laiklik” olarak anlaşılan İslami ilkeyi yok etmiştir.

Bundan itibaren Muhammedi inanç; hanedan ve saltanat uygulaması haline dönüştürmüştür. Bunun için devletin bütün mali varlığı ve makamları kullanılarak baskı ve şiddetle biat alınmıştır!

Çünkü Muhammedi öğreti; bir zümrenin üstünlüğünü amaçlayan Musevilik ve bir kraliyetin üstünlüğünü sağlayan İsevilik gibi; devlet dini yapılmıştır.

Artık İslam dini; nazil olduğu Kur’an’i anlayışa sadakat yerine hanedan ve saltanata sadakat ile uygulanmaya başlanmıştır.

“İmamlık” görevi, saltanatın memuriyeti; İslam mabedi de saltanatın dairesi haline sokulmuş.

Samimi Müslüman olan gerçek dindarlar, büyük acılar duymuş. Zaman içinde resmi-saltanat görüşüne karşı itirazlar yükselmiş ve İslam tevhidi parçalanmıştır. Ehlibeyt taraftarlığı ve Emevi taraftarlığı şeklinde iki cepheye ayrılmıştır.

Ehlibeyt taraftarlığının Emevi yönetimne son vermesi; Hz. Peygamber’in (sa) tebliğine bağlılığı getirmeye yetmemişti. Çünkü bu kez de Abbasi hanedanlık ve saltanat dönemi başlamıştır.

Abbasi halife-kral Harun Reşit; ikiliği ve tevhidin parçalanmışlığını gidermek için gösterdiği çaba; saltanat-hanedan sistemini destekçiliğini kurumlaştırmıştır. Ehlibeytçi görüşün temsilcisi olan İmam Cafer-i Sadık; bu yapılanma toplantısını katılmayarak hariçte durmuş. Kral-halifenin düzenlediği toplantıya katılarak isteğini yerine getirenler; saltanatçı Emevi Ulema olarak İslami tevhidin mezhepler ile bölünmesini getirmişler.

İslamiyetin yayılması ve buna bağlı olarak çeşitli devletlerin ortaya çıkması; “emir’ül mümin” ile “imam” ayrılığının önemini ortaya sermiştir. Fakat gerçek dindarların devlet gücünü elinde bulunduran hanedan saltanatlarına gücü yetmemiştir. Saltanatın imkanlarından faydalanan Saltanatçı Emevi Ulema; dinin kendilerini göreve atayan hükmedicinin kılıcı olması için çalışmıştır.

Günümüzde yaşananlar, bu anlayışın sonucudur.

Dini yüceltilmesi için dünya işi olan devlet yönetiminin gerektirdiği memuriyet görevi ile maneviyatı yücelten dini görevin ayrı olması olan “laiklik” ilkesine sistematik şekilde saldırılıyor. Hanedanlık ve saltanat demek olan “sultan-halife” yönetimi özleniyor.

Saltanat ve hanedan sisteminin devamı uğruna koca bir imparatorluğun yıkılması mazur gösteriliyor. Ama 14 yıllık savaş yorgunu sakat, yetim, yoksulların imparatorluğun küllerinden saygın ve bağımsız devlet (Türkiye Cumhuriyeti) çıkaran iradeye düşmanlık örgütleniyor.

Emevi anlayışın uleması, bugün devletin maddi ve makam olanaklarını kullanarak, dinin devletin emrinde olması için; yezidi bir tavırda yarışıyor.

“Günah işleme özgürlüğü” diye bir aykırı kavram fetvası veren memur din adamıdır. İslam mabedinin minberine şiddet ve ölüm aracı olan kılıç taşıyan da memur din adamıdır. Şehit cenazelerinde ayırım yapan memur din adamıdır. Kız çocuğun amcasının kucağına alınmasının haram, bir babanın kızına şehvet duymasının caiz, yoksulluğa sabrın dindarın sınavı olduğunu… vs söyleyen de memur din adamıdır. “Peygamber gece gelip yorganımı üstüme örttü” diyen de, “uzaylılar benden adres sordular” diyen de birer Saltanatçı Emevi Ulema’dır.

Müminlerin yoksulluktan intihar ettiği bir düzende milyonluk lüks makam otolarına binmekten; “jet skiler” ile deniz sefası yapıp fakire açlığa sabredip cennet olunmasını öğütlemekten utanmayanlar da aynı Saltanatçı Emevi Ulema’dır.

Kimi zaman IŞID, kimi şeyh Kıbrısi, kimi zaman İngilizlerle ele ele verip Osmanlı’yı hançerleyip sonra da Sultan Vahdettin’i sürgündeyken davet eden emir Hüseyin olurlar.

Kimi zaman Çanakkale savaşından sonra Kudüs’e müftü olup Eichman ile anlaşıp Filistinlilerin topraklarını Yahudiler’e satmaya ikna eden Emin El-Hüseyni olurlar.

Son örnek; Akçakoca Müftüsü’dür.

Ücret karşılığı Ezan okumak, namaz kıldırmak, cenaze kaldırmak gibi görevlilere yüksek maaşlar verilirken; dünyanın en değerli üretimi olan eğitim görevi yapan öğretmeni, adaleti sağlamakla görevli hakim ve savcıyı, yaşama hakkının güvencesi olan sağlık görevlisini, can ve mal güvenliğini sağlamakla görevli asker ve polisi, ömrünü devlete hizmetle geçirmiş emekli kimseyi boğaz tokluğuna mahkum edilirse; Saltanatçı Emevi Ulema şımarmayıp da ne yapacaktır!

Cüzdanı kollayan yönetimi bırakıp da vicdanı yücelten yolu tercih etmeyip ne yapacaktır?

Yüzlerce yıldır “padişahım çok yaşa” diyerek oturduğu yerde bol kazanmaya devam edecektir!

“Harun” görünüp “Karun” olmaktan vaz geçmeyenler devleti yönettikleri sürece bu durum değişmeyecektir!

*********

AKP HÜKÜMETİ FİLİSTİN KONUSUNDA SAMİMİ MİDİR?
Filistin Sorunu; 12 kabile halinde Mısır’dan göç ederek gelen Yahudi kavminin, zorla da olsa bu topraklara yerleşmesiyle başlar. Çünkü Yahudiler, kendilerinin İbrahim Peygamber soylu olduklarını, Allah’ın (Yahova) bu toprakları İbrahim peygamber ve soyuna vaat edildiği iddiasıyla hak sahibi olduklarına inanmıştır. O kadar ki, İbrahim peygamberin diğer eşlerinden (Hacer ile Katura’dan) gelen soyunun bu mirasta hakkı olmadığını; sadece kendilerinin üstün millet olduğu iddiasını sürdürüyor.

Bu inancın gereği olarak hem şoven ve hem de Nil’den Fırat-Dicle’ye kadar olan vaat edilmiş topraklara sahip olmak için şiddet ve savaş uygulamayı zorunlu görüyor.

Birinci Dünya paylaşım savaşı başladığında Filistin, Osmanlı İmparatorluğu’nun toprağıydı. İtilaf devletlerden İngiltere, önce Osmanlı’nın Mekke-Medine valisi olan Şerif Hüseyin ile anlaştı. Müslüman toplumu olan Arapları, Müslüman halife Sultanın Osmanlısına karşı ayaklandırdı. Araplar da bağımsız devlet amacıyla hareket etmeye başladı.

Savaş sonunda Yemen’den Filistin’e, Mısır’dan Irak’a kadar bütün Ortadoğu coğrafyası, savaş galibi devletlerden İngiltere ile Fransa’nın hakimiyetine girdi. İngiliz kontrolündeki Filistin’de sadece 50 bin kadar Yahudi nüfus vardı.

İngiltere; Filistin topraklarında bir Yahudi devletinin kurulması stratejisi güttü. 1940’lara gelindiğinde; özellikle Nazilerin baskısında kalan Yahudiler; Avrupa genelinde diaspora ve Siyonist örgütlemeyle Filistin’e göçle aktı. Kısa zamanda Filistin’e 650 bin Yahudi göçmen geldi. Rusya’dan bir milyon, Osmanlı’dan 150 bin Yahudi göç etti. Bunlar, Filistinlilerden satın alınan topraklara yerleştirildiler.

İkinci Dünya savaşı süreci sonunda İngiltere ile Amerika’nın gayretiyle, 1945 yılında İngiliz çekildi, İsrail devleti kuruluşu ilan edildi. Birleşmiş Milletler Ürdün, Mısır, Lübnan ve Filistin’den belli toprakları İsrail’e verdi.

Bundan önce; Almanlar’ın da İtilaf devletleriyle Papalık gibi, Yahudiler’in Filistin’e göç etmelerini sağlama politikası gütmüştür.

İkinci Dünya savaşında Almanlar’ın yenilmesi üzerine; birçok Nazi yurt dışına kaçtı. Bu kaçış, Nazizm’e karşı olan Papa’nın açtığı “Fare Yolu” ile ama Nazilerin kurduğu “ODESA” Örgütü organizasyonuyla gerçekleşti. Çoğunluk Arjantin’e gitmiştir.

Naziler, hem Almanya’da ve hem işgal ettiği topraklardaki Yahudi nüfusu tespit ederek kamplara toplamış. Özde Filistin’e göçmeyi özendirme amaçlı olan bu baskı uygulaması; Yahudi Diaspora’nın da çabasıyla “soykırım” olarak tarihte yerini almıştır.

İsrail, İstihbarat Örgütü MOSAD ile Nazileri takibe aldı. Soykırımdan sorumlu tuttuğu Nazileri yakalamak ve yargılamak için istihbarat örgütü içinde özel bir birim oluşturdu. Başına da İsser Harel’i getirdi.

İsrail ajanlarının çalışmaları sonunda, Birinci Dünya Savaşı sırasında Çanakkale’de savaşmış olan Osmanlı Binbaşı Emin el-Hüseyni’nin Kudüs’e müftü olduğu; Filistin’e Yahudi göçünü planlamaktan sorumlu Nazi görevlisi Adolf Eichman ile işbirliği yaptığı ortaya çıkacaktı!

Adolf Eichman, Richardo Clements adıyla Arjantin’e gitmiş. Başkentin banliyösünde bahçe içinde iki katlı bir eve yerleşmiş. Savaş sürecinde Naziler’e yardım eden Mercedes firmasında mütevazi bir eleman olarak işe başlamış.

İsrail’in Arjantin’e gönderdiği ilk ajan, Abba Eban’dır.

Uzun araştırmalardan sonra İsrail ajanları, Eichman’ın adresini saptar. Birgün komşu evinin kapısı çalınır. Evin hanımı kapıyı açar. Kapıyı çalan adam (ajan Eban), İngiliz dikiş makinası firmasından olduğunu; kiralık ev aradığını, evin kiralık olup olmadığını sorar. Evin hanımı şaşkınlıkla, “ne evi, ne kirası” diyerek tepki gösterir.

Ertesi gün, aynı adam Eichman’ın kapısını çalar. Eichman’ın eşi kapıyı açar. İngiliz dikiş makinası firmasında çalıştığını söyleyen adam, kiralık ev aradığını söyleyince; kızarak kapıyı kapatır. Akşam kocasına olanları anlatır. Eichman huzursuzlaşır; “İngilizler ise, bundan şüphelenmek gerek” der.

Bundan sonra, 1960’ın 23 Mayıs’ında, Echman işinden evine döner. Otobüsten inip evine doğru yürür. “Bir dakika” diyerek omuzuna dokunan ele döner. Bu ajan Peter Zu Malkin’dir. Saklanmış olan İsrail ajanlar etrafını sarar. Alıp bilinmeyen bir yere götürürler. 12 gün sonra kamuoyunda duyulur.

İğne ile uyuşturulan Eichman, İsrail Havayolları El-Al personeli giysisiyle uçağa bindirilerek Tel-Aviv’e getirilir; yargılanır.

Sorgulama yapan ekibinden içinde Efraim Elrom da vardır. 9 yıl sonra Türkiye’deki İsrail Büyükelçisi olmuş. TİKKO tarafından kaçırılır. 11 Mayıs 1971’de Nişantaşı’ndaki bir apartımanın kapısında ölüsü bulunur.

Eichman ise, iki yıllık sürede yargılanır. Yahudi soykırımından sorumlu tutularak idama mahkum edilir. 31 Mayıs 1972’de sabaha karşı RAMLEH hapishanesinde infaz edilir.

Yargılama sürecinde soğukkanlılığını yitirmeyen Eichman; soykırım suçlamasını ret eder. “Ben sadece verilen görevi yerine getirdim” der. Yahudiler’in Filistin’e göçertilme projesi gereğince önce Madaskar’ın düşünüldüğünü; bu nedenle Yahudi nüfusun tespit edilip kamplara toplatıldığını; sonra karar değiştirildiğini, Siyonist örgütün de desteğiyle Filistin’e karar verildiğini söyler. Filistin’de Yahudilere toprak satılması ile ilgili olarak Osmanlı’nın Kudüs Müftüsü Emin el-Hüseyni ile ilişki kurduğunu, ama para vermediğini söyler.

Bugün bile müftü el-Hüseyni; Filistin’de lanetle anılmaktadır! Türkiye’de Filistinliler için gösteri yapan dinci gurup bu gerçeğin bilincinde değil midir?

Tarihi gerçekler ve AKP Genel Başkanı’nın POP Eş-Başkanı olduğu gerçeği ortada dururken, İsrail’in Mescid-i Aksa’ya baskını nedeniyle iç politikada ayran kabartmak; samimi kabul edilebilir mi?

Mısır’ın arabuluculuğu ve ABD’nin telkiniyle gerçekleşen ateşkes anlaşmasında, organize suç örgütü mensubunun seri videolarıyla sarsılan Türk Hükümeti’nin katkısı var sayılır mı?