İnsan evladı toplu yaşam evresinden itibaren, birlikte yaşamanın kural ve koşullarını geliştirmeye başlamıştır. Kuşkusuz ilk toplumsal organizasyonyönetim şekli; inanç düzleminde oluşturulmuştur. Ya da ilk ilkel yönetsel ilkeler, daha sonra inanç ilkelerini şekillendirmiştir.

İnsan düşünce ve aklı, ezoterik oluşu, yaratılışı aramakla tarihte yer almaya başlamıştır. Ulaştığı anlayışı, şekil ve sembollerle mağaralara, taşlara şekiller halinde yansıtmış. Sonraki aşamada tapınak ve mezar duvarlarına çizilen sembol ve resimler; tabletlere halini almıştır. Rahiplerin bunları bir araya getirmesiyle de ilk kitaplar ortaya çıkmıştır.

Arkeolojik bulgularla ortaya çıkan hiyerolglif ve çivi yazılı belgelerin çözülmesi, yaratılış gizemini yeterince çözmese de önemli bilgiler vermiş; geçmiş zamanı aydınlatmaktadır.

Din anlamındaki dünyanın en eski inancı; HinduizmBudizm’dir.

Toplumlar; ilkel dönemden uygar döneme evrilirken, totemmiş evreden “çok tanrılı” ve sonra da “tek Tanrılı” döneme ulaşmıştır. Her yeni ortaya çıkan idari veya inanç sistemi, doğal olarak öncekilerin etkilerini taşımıştır.

Orta Asya’dan göçle batıya akan ve Anadolu’ya ulaşan Türkmengöçer halk; yaşadığı ve geçtiği coğrafyalardaki yaşam biçimlerinden etkilenmiştir. Orta Asya’da daha Şamanist iken; Hinduizm-Budizm etkisine girmiş. Horasan’a yığılma sürecinde Hazar prenslerinin benimsedikleri Musevilik ile tanışmış. Ardından, İran’ın kadim inancı olan Mitra ve Zerdüşt öğretisiyle karşılaşmış. Ardından, Arap İslam ordularının İran üzerinden getirdiği Muhammedilikİslam etkisini girmiştir.

Türkler, Arap ordularında yoğunlukla paralı asker olarak görev almış. Abbasiler, Horasanlı Ebu Müslüm başkomutanlığında Emevi saltanatını yıkmıştı. Merv merkezli olarak kurulmuş olan Selçuklu Devleti Sultan Tuğrul Bey; ilk iş olarak Abbasi Halife adına “hutbe” okutur.

Asya’nın göçerleri Diyar-ı Rum’a vardıklarında da Roma İmparatorluğu’nun resmi din olarak ilan ettiği İsevilikHırıstiyanlık etkilerini hissetmeye başlamıştır.

Hazar prenslerin Museviliği kabul ettikleri gibi, Merv merkezli Selçuklu (Büyük Selçuklu Devleti) yöneticileri de VI. yüzyıldan itibaren Muhammediliği (İslam’ı) kabul etmeye başlamıştır. Fakat geniş halk kitleleri, özellikle Kuteybe şiddetini gördüğünden, uzun süre İslam’ı benimsemekten kaçınmış; üç yüz yıl direnmişlerdir.

Ayrıca Emevi yönetimine isyan eden İmam Zeyd’in taraftarları, başarısız kalınca Horasan’a, Türkmenlerin arasına kaçmış. Şaman topluluklar, özellikle İmam Yahya ve diğer Ehl-i Beyt yanlı birinci ağızdan Muhammediliği tanıyıp benimsemeye; direniş kırılmaya başlamıştır.

Abbasi Halife Harun Reşit; ölmeden önce ülkesini iki bölgeye bölmüştü. Bağdat merkezli bölümün başına, Arap karısından doğan büyük oğlu Emin’i; Merv merkezli bölümün başına da Türkmen cariyeden doğan oğlu Mümin’i atamıştı.

Türkmenlerin yeğeni olan Mümin; başta veziri ve başkomutanı (serasker) olmak üzere Türkmenleri devletin yönetim kademelerine yerleştirir. Böylece VI. yüzyıldan beri direnmiş olan geniş halk kitleleri; Ali-Fatma sevgisi içinde Kerbela mazlumları taraftarlığına yönelir; Ehlibeyt Muhammediliği kitlesel olarak kabule başlanır.

Veliaht Mümin; hem batıya olan göçü özendirmek, hem de ordusunu güçlendirmek için Kuzey Irak’ta istasyon kentler (Kerkük, Musul gibi) kurmuştur.

Daha sonraları Türkmenler (Oğuzlar) o coğrafyada devletleşir. Sultan Tuğrul; aile içi anlaşmazlık nedeniyle Süleyman Şah’ı Rum sınırı olan Urfa’ya sürgün eder. Ehlibeytci Türkmenler, Süleyman Şah ile bütünleşerek Anadolu’nun Müslüman Türk yurdu haline gelmesini sağlayacaktır.

Roma İmparatoru Konstantin, 325 yılında İznik’te “Ruhani Konsil” toplamıştı. Bu toplantı sonunda Günümüze ulaşan 4 İncil, Hırıstiyan dininin kutsal kitabı olarak kabul etmişti. Bu karardan sonra İmparator, Hırıstiyanlık’ı Roma Devleti’nin resmi dini ilan etmiş; Roma coğrafyasındaki tüm inançları (putperest veya pağan) yasaklamıştı. Bu ve benzeri nedenlerle Anadolu yerli halkları; Roma-Bizans’tan yılmış, kurtarıcı arar hale gelmişti. Uzun süreli despotik bir yönetimden kurtulmanın arayışı içindeydi. Nitekim birçok kalkışma olmuştur. Bizans, giderek küçülmüştü. O nedenlerle Bizans İmparatoru George Roman Diogen; 1071 yılında 200 bin kişilik ordusuyla, Malazgirt’te Selçuklu karşısında ağır yenilgiye uğrayacaktır. Türkmenler Anadolu’da kalıcı olurlar.

Abbasi Halifeliği saltanatını örnek alarak devlet sistemi kuran Büyük Selçuklu Devleti gibi, Anadolu Rum Prensliği de Konya merkezli saltanat kurunca; kurucu unsurlarından kopmaya başlar. Çünkü Anadolu Selçuklu Devleti; resmi dili olarak Farsça, ibadet dili olarak da Arapça dillerini kabul etmiş; Türkçeyi kırsalda öçer olarak yaşayan halkın dili olarak küçümsemeye başlamıştır. Zaten yönetim sistemi İran devlet sitemi ve bürokratları da Acem idi.

Anadolu’yu fetheden ve köyde-kırda yaşayan göçer Türkmen ise; şehirlerdeki dil ve ibadet anlayışının dışında; kendi dili ve kültürünü inkar etmeden İslam’ı yaşıyordu. Fakat Harun Reşit döneminde kurulan Sünni mezheplerden birini devletin ideolojisi yapan Saltanat ile Saltanat Uleması; o kitleleri hor görüyor, aşağılıyordu. Kırsal ile kentin birbirine yabancılaşması; sonunda 1239-1240 yıllarındaki Babai ayaklanması ortaya çıkar. Kırsalda özgün yaşamını sürdüren bu halk, kendi dilinde ve dervişan (dede-önder) önderliğinde Ehlibeyt mensuplarından öğrendikleri şekilde ibadetlerini sürdürür. Bu durumu değiştirmek amacıyla Saltanat yönetimi, Saltanat Uleması fetvaları ile Babai kırımını gerçekleştirir!

Osmanlı Devleti de benzer şekilde kurucu unsurlarıyla yabancılaşma sürecine girmiştir. Selçuklu devletindeki gibi Saltanat ve Saltanat uleması dayatmalarıyla, özü ve özgünlüğünden ısrar eden, resmî ideoloji uygulamasına uymayan göçer Türkmenleri kırmıştır.

Çünkü devlet; saltanat sahibi hanedanın zalimliğini özendiren Emevi anlayışlı ulemanın egemenlik hali olmuştu. Özgün dili ve kültür anlayışıyla dinini yaşayan halkı, “göğ ekini biçer gibi” biçmiştir. Oysa Anadolu’ya akmış yörükan taife; Horasan’daki gizemli sufi okullarında yetişmiş tahta kılıçlı dervişler (yol önderi erenler) önderliğinde özgün İslam’ı yaşamaya çalışıyordu.

İslam tevhidi, Harun Reşit saltanatı tarafından oluşturulan mezheplerle parçalanmıştı. Sonraki dönemde ortaya çıkan Müslüman Türk devletlerinde hanedanlar, saltanatı da devletin de sahibi olmuştur. “Sünni” mezheplerden Hanefiliği de resmî ideoloji (güçlünün dini) olarak ilan etmiştir. Bu anlayışa uymayan halka; Muhammedi tevhide aykırı şekilde, devlet ideolojisini dayatmıştır! Baskı ve kırmak konusunda Konstantin’i taklit etmiştir. Resmî ideolojinin getirdiği “düşman kardeşlik” anlayışı tipik örneği; Osmanlı-Safevi düşmanlığıdır.

kültür ve medeniyetler beşiği olan Anadolu’da; göçer Asyalıların yaşadığı Muhammedilik (özgün İslamlık) adı Alevilik olmuştur (Türkmen Şiiliği).

Dilini (Türkçe) ve kültürünü yadsımayarak Farsça ve Arapçayı reddetmiştir.

*** ***

Müşrik Mekke zalimliği karşısında ibadetini gizli eda eden ilk Müslümanlar gibi, Aleviler de gizli ibadet etmiş. Süreç içinde gelenekleştirmiştir. Saltanat yönetiminin dayattığı saltanat ulemasının istek ve ritüellerini reddetmiştir. Bu anlayışla Baba İlyas ve Baba İshak, Konya sadrazamı Sadettin Köpek baskısına boyun eğmemiştir.

Babai kırımından kurtulmayı başarmış olan Hacı Bektaş, ancak Kırşehir kırsalında kendi dilini terk etmeyeip diliyle özgün İslam’ı (Muhammedilik veya Ehl-i Beyt anlayışı) yaşamakta olan Horasan Yörükan içine gitmiştir. Oysa aynı İslami anlayışın sahibi olan Mevlana; edebiyatta Fars dilini ve ibadette Arapça dilini kabul etmiş; Selçuklu Sarayı şehrine (Konya’ya) yerleşmiştir.

Alevi ibadeti, “Dört Kapı Kırk Makam” şeklinde eda edilir. İlk kapı; “şeriat” kapısıdır. Sınırlı farklılık gösterilse de bütün İslam dünyasında devletin ve saltanatçı ulemanın yaşattığı Müslümanlık şeklidir.

İkinci kapı; “tarikat” kapısıdır. Buradaki İslami ibadet; Hz. Muhammed’in Mirac dönüşü “Kırklar” ile eda ettiği şekildir. “Cem” diye adlandırılmıştır. Zorunlu değil, gönüllü yapılandır. Şeriat altındaki “düşkün” olmayan her mümin, “can” olmayı “talep” eder. “Ahiret kardeşi (müseyibi)” ile “erenler meydanına gelir. “Görgü” görür, “ikrar” verir. “Meydan”ın rızalığıyla tarikat altına ve dolayısıyla ceme katılmaya hak kazanır (Kırklar Cami’nde Selman-ı Pak’ın getirdiği bir üzüm tanesini Hz. Ali; Cebrail’in cennetten getirdiği tas içinde ezer. Suyu 40 kişi içer, kendinden geçer. Peygamber’in Miraç’ta giydiği hırkasının etrafında pervanesemah olur). Miraç ve semah; göğü bilip tanıma, “göğe yükselme” bilgiye ermektir.

İlk iki kapıda, ilmi ve ledüni bilgi ile pişendonanan can; “hakikat” görür, “keramet” (öngörü) sahibi olur.

Alevi İslam’ın bu ibadet anlayışının; İslam öncesi inanç ve Şamanizm etkisini taşıdığı öne sürülür. Bundan hareketle kimileri, İslam dışına çıkartmaktadır. Kimileri de Anadolu’daki eski bir din olarak göstermeye çalışmaktadır.

Her iki zorlama, din ve mezhepleri devlete resmî ideoloji yapan egemenin, saltanatçı ulemanın anlayışı gereğidir. Dinleri egemen veya yönetimin otorite aracı ve aleti yapmak amaçlıdır. Alevilik ise; bu anlayışı barış düşmanlığı, düşmanlığın bilenmesi, zalimliğe itaatin meşrulaştırılması vs. olarak kabul etmektedir.

*** ***

Asya kökenli olan Alevi halk; tarih boyunca kadın-erkek bir arada yaşamıştır. Yazıda yabanda, devlikte otağda, mabette savaşta, diplomaside toyda vb hep birlikte olmuştur. Ayırım yapmak bir yana; kadını ana ve bacı olarak kutsamıştır. Devlet işlerinde han ile hanım birlikte karar veren olmuştur. O nedenle Ahmet Yesevi; Arap anlayışlı islam savunuculara ateş ile barutu, pamukla közü bir kapta göstermiştir.

Ne var ki saltanat uleması, çarpık ruhiyetine uygun sapık görüşler ortaya atmayı sürdürüyor!

Pağan veya şaman inançlarda; “ata ruhları” gibi “ocak ruhları” da kutsanmıştır. Mezopotamya’dan Anadolu’ya; Roma’dan Mısır’a, Asya-Afrika’dan Amerika’ya kadar toplumlar; ata ruhunu, ocak ruhunu, varlıkların ruhunu, koruyucu veya kötü ruhun var olduğuna inanmıştır.

Özellikle “ocak” daha çok kutsanmıştır. Şamanizm’de de ocak ve ateş kutsaldır. O nedenle ocağa tükürülmesi, karşısında uyuklaması (esnemesi) günah sayılmıştır. Bu kültten İslam’ı vahdete ulaşanlar; Anadolu’da da “ocağı” bir bilgi kaynağı kabul etmeyi sürdürmüşlerdir. Ateşi, arıtıcı bilmişler. Her İnançdin adamı; bir “ocak” mensubudur. Ocak mensubu olmayan bir kimse inanç önderi (dede-imam) olmaz. Ocak mensupları, ancak bir başka ocak mensubuyla evlenir. Talip ile evlenmek haramdır. Ki Şamanizm’de de bir boy mensubu, kendi boyu içinde evlenemez.

Alevilikte ikinci kapı ibadeti olan “cem” de 12 hizmetin ilk üçü; pir, mürşit ve rehber adlı hizmetlerdir. Diğer 9 hizmet ise, Şamanizm’deki 9 sayıya denk gelir. Muhammedi nur (ya da hırka) etrafında semah dönmek; ay ve yıldızların güneşnur etrafında dönmesi anlamındadır. Semada semazen sayıı en az 3 bacı-3 derviş ve en çok 9 bacı-9 dervişten olur. Bu rakam, Şaman Buryatlarda kurban kesen 9 yardımcı rakamına denk sayıdır.

Babürname’ye göre, ikrar verenin saçını kazıtıp boynuna ip takılı şekilde cem meydanına gelme ritüeli, Şamanlıktan kalmadır (Şaman boynuna ip takmakla tanrıya şükreder).

Şamanizm ile İslam arasında ontolojik geçişin olduğu bir gerçektir ve doğaldır. Ocak, ateş, ağaç, kopuzsaz, gibi örnekler verilebilir. Ama bu etkileşim veya ontolojik geçiş, sonuncunun önceki olduğu anlamına gelmez. Öyle de kabul edilemez.

“Gök TengriÜlgen Tanrı” inancından İslam’a geçen Asyalı Türkmen, Müslüman Tanrı’sının yarattıkları arasında ayırım gözettiğine; cinsiyet ayırımının Rahmani olmadığına inanmaz.

Ama besleme saltanat uleması hala, “Alevi ile evlenilmez” diyebiliyor!

Pratikte görülen farklılık; İslam’daki “kuzey” ve “güney” görüşü farklılığıdır.

Örneğin;

. “İlahi” denilirse söylenen dini, “duvaz” denilirse ladini diye yorumlamış saltanat uleması. Oysa iki terim de ilahi duygular içinde manevi coşku ve heyecanı sağlayan şiirsel anlatıları ifade eder.

. Yoksul bir müslümanın mabedimescidi, kendi evi mütevaziliğindedir. Peygamber mescidi yalınlığındadır. Zengininki de zengin evi görkemliliğinde olan yapıdır.

. Alevi Müslümanın din adamı, “Allah için hizmet eden” dede-imamdır. Saltanat anlayışlıların din adamı ise; ücret karşılığında görev ifa eden, siyasete çeşne olan resmi-imamdır.

. İslam’ı Arap kültürü bağlamında anlayanlar; haram olan “saltanat” halini “helal” kabul etmiştir. Bu uğurda İslam tevhidinin (birliğinin) parçalamasını (mezheb ve cemaatı) dahi caiz bulmuştur. Fakat Türkmen’in Muhammedi özgünlüğünü Emevi saltanat anlayışıyla, aykırı görmüştür.

Muhammedi özgün anlayış; Cumhuriyet’in “laik” anlayışıyla açığa çıkmıştır. O nedenle Alevilik; kendini ifade olanağı bulmuştur. Birçok gerçek aydın; “üçüncü-hakikat” kapı uyanışını, Ahmet Yesevi’den Hacı Bektaş’a olan süreçle anlatabilmiş; ululamıştır. Ne var ki saltanatla işbirliğinde imtiyazlar ve üstünlükler edinerek “ruhpan sınıf” konumuna varmış çevreler, rahatsız olmuştur. O kadar ki; “hasta adam” istihzaları içinde batan koca bir imparatorluğa seyirci olan atıllar; imparatorluğun küllerinden çağdaş bir devlet var eden “kurtarıcı” ve “kurucu” iradeye, yüz yıl sonra bile kin kusuyor!

Saltanat devrindeki imtiyazları yeniden edinmek için saltanatçı ulema, Muhammedi mabetleri “dırar” mescidi haline çevrmektedir. “Allah’ın evi” olarak kabul edilen ibadethaneler; siyasi arena haline getirilmektedir. Cemevi mütevazilik ve yalınlığında olması gereken İslam mabedi; “Kayzer” ve “Mukavkıs” vari görkemli yapılara vardırılıyor. O anlayışla Diyanet, devasa bütçeleri yeterli bulmuyor. İslam dinini anlatmak veya gereğini eda etmek bile, köşe dönme aracı yapılıyor.

Bu yüzden özgün ve laik olan her hal karalanıyor!

Alevilik de “egemenin dini” anlayışını ret ettiği için karalamadan payını almaya devam ediyor!