Her seçim öncesi alışık olduğumuzu “Beka, vatan, millet, toprak, bayrak, ezan…” klişelerinin önüne şimdi de [Filistin-İsrail gerilimi ekseninden pompalanan] hilafet tartışmaları kondu. Bu tartışmalarının doğal ve spontane geliştiğini söylemek, bu ülkeyi ve siyasetin gelişimini bilenler açısından pek de mümkün görünmüyor.

Bu gerilimlerin, [ülkede milyonları ilgilendiren acil sorunları sürekli baskılayan] yapay gündem üretme mekanizmasının son ürünlerinden olduğu çok açık. Yerel seçimler tarihi yaklaşırken benzer gerilimlerin daha da artırılacağı ve bu tür keskin ayrıştırmalardan kimlerin kazanım sağlayacağı da ortada.

Hızlı değişen ülke gündemi konuyu son birkaç günde biraz geriye düşürmüş gibi görünse de, bir kısım İslamcının sıkça dillendirdiği halifelik meselesini soğukkanlıca gözden geçirmenin yararlı olacağını düşünüyorum.

Ancak önce “bir ikili hukuk uygulaması örneği” ara başlığı açmak istiyorum…

Kanunen Suç Olan Maskeli Yürüyüşlere Müsamaha

Hem iktidar güdümlü 1 Ocak Galata köprüsü mitinginde hem de HÜDA PAR'ın geçen hafta Batman'da düzenlediği Filistin’e destek yürüyüşünde Hamas’ın Kassam Tugayı sözcüsü Ebu Ubeyde kostümlü, askeri düzende yürütülen yüzü maskeli kişiler dikkat çekmişti.

Yasalarımıza göre açıkça suç olarak tanımlanan maskeli miting eylemine kolluk kuvvetleri müdahale etmediği gibi, bu göstericilere devlet katından açıktan müsamaha gösterildiği görüldü.

2911 sayılı Toplantı Ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu madde 23/b’de Kanuna aykırılıklar sayılırken “(…) yasadışı örgüt ve topluluklara ait amblem ve işaret taşınarak veya bu işaret ve amblemleri üzerinde bulunduran üniformayı andırır giysiler giyilerek veya kimliklerini gizlemek amacıyla yüzlerini tamamen veya kısmen bez vesair unsurlarla örterek toplantı ve gösteri yürüyüşlerine katılma (…)”nın suç olduğu hükme bağlanıyor.

Yargının sadece muhaliflerin tepesindeki sopa işlevine dönüştürülmesi sonucunu doğuran ikili hukuk sistemine toplum ve kamuoyu tamamen alışmış durumda. Öyle ki; çok açık suç olan askeri düzende ve maskeli yürüyüş ile kolluğun buna müdahale etmemesi garabeti tartışma konusu bile olmadı.

Şimdi dönelim hilafet ve halifelik meselesine…

Hilafet Çağrısı Teokratik Totalitarizm Talebidir

İdeolojik hareketlerde tabanın davasına heyecanla sahip çıkması için ‘yitik cennet’ romantizmlerine hep ihtiyaç duyulmuştur. Bu çerçevede ulusalcıların ‘kızıl elması’ gibi, İslamcı tahayyüllerin ütopik ürünü de ‘asrı saadet ve hilafet’ olmuştur.

Demokratik haklar çerçevesinde yapılan hilafet çağrısı günümüzde demokrasi değil teokratik totalitarizm talebidir. Hilafet meşruiyetini tanrıdan aldığı için seçime, denetlenmeye, hesap vermeye, yönlendirmeye ve farklı düşüncelerin seslendirilmesine gelmez. Hilafet; hakkı ve hukuku olan vatandaş değil tebaa ister.

İlahiyatçı Prof. Mustafa Öztürk, ülkede dini hassasiyetleri sebebiyle samimiyetle hilafet talep edenlerin demokratik talep bilinçleri olmayan, son derece eğitimsiz, daha da ötesi saf ve cahiller olduğunu söylüyor. Hilafet ve halife nedir, tarihte ve Osmanlının son dönemlerinde ne gibi işlevler görmüştür, Cumhuriyet ile birlikte bu kurumunun kaldırılmasının sebep ve sonuçları nelerdir? Öztürk hoca, hilafet çağrısı yapanların bu konularla ilgili hiçbir bilgilerinin bulunmadığını söylüyor. Yurttaşlık ve demokratik haklara ilişkin hiçbir bilgileri olmayan bu insanların aslında tam olarak ne istediklerini de bilmedikleri tespitini yapıyor.

Mustafa Öztürk (mealen) “Bu saf insanlar ülkemizde hilafet ilan edilirse elli iki İslam ülkesinin hepsinin başı olacağımız, koca bir imparatorluğu yeniden ihya edeceğimiz gibi bir ham hayal taşıyorlar. Bu kesimlerdeki hilafet bilgisi, 1 Ocak sabahı mitingde hilafet bayrağı taşıdığı için yumruk yiyen vatandaşın, ‘şurada seksen liraya satılıyordu aldım taşıdım’ dediği düzeydir. Bu cahil insanlar özellikle yönlendirilip provoke ediliyorlar ve ne idiği belirsiz Hiz ut-Tahrir örgütü bu işin baş kışkırtıcısıdır” diyor.

Osmanlı’da Hilafet

Osmanlı’da halifelik aslında dini bir makam olmaktan daha çok siyasi bir hükümranlık dayanağı ve dünyadaki İslam toplumları üzerindeki liderliğin meşruiyet dayanağı olarak kullanılıyordu. Osmanlı’nın çöküş dönemine gelindiğinde ise halifelik birden bire çok daha fazla şekilde kıymete bindirildi. Bugün de hilafet taleplerinin Emevi veya Abbasi dönemlerindeki halifelik anlayışına değil de, Osmanlı’nın sonları olan II. Abdulhamid dönemindeki hilafet algısına dayandığı tespitleri yapılıyor.

İlahiyatçı Prof. Mustafa Öztürk “Özellikle 93 Rus harbi sonrasındaki ciddi toprak kayıpları, azınlıkların balkanlarda ayaklanmaları, imparatorluğun Fransa ve İngiltere tarafından kuşatılması üzerine II. Abdülhamit “Sultan-Padişah” sıfatlarından çok (pragmatist gayelerle) “Halife” lakabını öne çıkarttı. Halifelik mevzusu, ikinci Abdülhamit’in Osmanlı gemisini kurtarma çabası olarak kıymete bindirilmesi ve buna bir de dinilik kisvesi giydirilmesidir. Hilafetin şu anda dünyadaki reel politik karşılığı Yalova Kaymakamı hikâyesidir” diyor.

Cumhuriyet karşıtı İslami çevreler Lozan’da hilafetin kaldırılmasını İngilizlerin dayattıklarını, bu kararın batı dünyasına verilmiş bir ödün olduğunu iddia ederler. Oysa bu atılımın dış bir dayatmadan kaynaklanmadığı, Mustafa Kemal’in zaten hep tahayyül ettiği batı tipi modern ve seküler ulus devlet projesinin zaruri bir adımı olduğu bilinmektedir.

Hilafet Gerçekte Neydi?

Bir kısım ilahiyatçılara göre, Kuran’da hilafet kurumundan açık bahis olmadığı için hilafet teorisinin dayanağı hep tartışmalı oldu. Halife’nin kimi temsil ettiği; Resul’ün halifesi mi, Allah’ın halifesi mi olduğu tartışmaları hep ortada kaldı.

Dört halife dönemi ‘asrısaadet’ olarak yüceltildi ama durum hiç de öyle ideal değildi. Bu dönem hep iktidar savaşları ve gerilimlerle geçti ve hilafet hiçbir zaman normal usullerle devredilmedi. İlk dört halifeden üçü; Osman, Ömer, Ali kılıçla katledildiği gibi sonrasında da bu çatışmalar hep devam etti. Ayrıca İslam âleminde halife hiç tek olmadı; Mekke’de, Kuzey Afrika’da, Mısır’da, Suriye’de, Endülüs’te farklı hilafetler ilan edildi.

Yani daha başından itibaren hilafet İslam toplumlarında düzeni, adaleti, barışı sağlama ve ümmeti derleyip toparlama işlevi taşımadı. Halife hiçbir zaman tüm Müslümanları bir araya getiremedi ve yaşanan hiçbir sorunu çözemedi. Dünyadaki en sert savaş ve kırımlar da halen Müslüman topluluklar arasında yaşanıyor.

Günümüz Dünyasında Hilafet Mümkün mü?

Diğer tüm İslam ülkelerini ve vatandaşlarını da yönlendirecek kurumsal bir halifelik bugünün dünyasında mümkün mü? Kaldırılmasaydı ya da yeniden ihya edilirse hilafet kurumu ve halifenin dünya reel politiğinde ve İslam ülkeleri nezdinde bugün karşılığı ne olurdu? Hilafet çağrıcılarının bu sorular üzerine rasyonel temellere dayanan öngörü ve tahlillerini de pek göremiyoruz.

Unutmayalım ki Müslüman ülkelerle ayrışmamız ve kopuşmamız Cumhuriyet’in ilanından çok önce, henüz hilafet yaşıyorken gerçekleşmişti. Osmanlı’ya bağımsızlık savaşı ilan eden Balkan ve Arap Müslümanlarının sekülerleri de İslamcısı da, köylüsü de aydını da Osmanlı otoritesine ve hilafete savaş açmıştı. O gün Osmanlı’nın hilafetine baş kaldıran “asi” Müslüman tebaalar, bugünün [kapılarında para dilendiğimiz] bağımsız devletleri olarak Türkiye hilafetini tanırlar mı?

Hilafet Hangi Derdin Çaresi Olacak

Bildiğimiz gibi iktidar bugün yaşanan hezimetteki sorumluluklarının ve tüm yönetimsel beceriksizliklerinin gerekçelerini hep dış etkenlere atfediyor. Müslüman ümmetinin kendi gerçek değerlerine tekrar dönmesi ile sorunların aşılacağı, ancak batının ve seküler güçlerin buna engel olduğu safsatasını alttan alta pazarlamaya çalışıyorlar. Bu dış güçlere karşı direnip İslami değerlere dönersek kurtuluşun gerçekleşebileceği yalanına, dünyadan haberi olmayan cahil bir kesim maalesef inanıyor.

Dünyanın bugün geldiği insanlık ve medeniyet birikimini kavrama ve benimseme konusunda direncini sürdüren İslam toplulukları genelde dünya barışına, özelde Filistin sorununa kalıcı çözüm getirebilirler mi?

İç ve dış Siyasi konjonktürün çok daha karmaşık hale geldiği günümüz dünyasında İslamcılık ve hilafet sorunlara çare üretebilecek hiçbir teorik ve pratik fayda vaat etmiyor.

Dünya barışına katkı sunmak bir yana, ortak kitapları ve onun yorumu konusunda dahi uzlaşma gösteremeyen Müslüman toplulukların hilafet şemsiyesi altında birleşebileceği iddiası tümüyle boştur. Bu iddia; ileri sürenler açısından açık bir aldatma, buna inananlar için de ham bir hayalidir.