Değerli okuyucularım,
Devlet ile millet arasındaki ilişki, bir hukuk metninin ya da yönetsel düzenlemenin çok ötesinde, tarihsel, toplumsal ve hatta ahlaki bir zemine dayanır. Devlet, milletin iradesinden doğar; millet, devletin güvenlik şemsiyesiyle varlığını sürdürür. Bu karşılıklı bağlılık bozulduğunda ya da biri diğerini yok saydığında, ortaya çıkan sonuçların ne kadar yıkıcı olabileceğini tarih defalarca bize göstermiştir.
Tarih sahnesine baktığımızda bunun karşılığını kolaylıkla görüyoruz.
Bir düşünün… Lübnan örneği. Yıllardır bir türlü istikrarı sağlayamayan, halkın temel ihtiyaçlarını bile karşılayamayan bir devlet yapısı. Elektrik yok, su yok, güvenlik yok. Ama halk var. Ancak bu halk, devlet aygıtı çöktüğü için sesini duyuramıyor. Millet var ama devleti yok. Ve bu yüzden her gün biraz daha dağılmakta, yoksullaşmakta, umutsuzluğa sürüklenmekte.
Ya da hemen yanı başımızdaki Suriye. Devletin halk iradesinden tamamen koptuğu, otoritenin sadece silaha ve baskıya dayandığı bir düzen. Ne oldu? Devlet, halkını temsil etmeyi bıraktığı anda iç savaş çıktı. Milyonlarca insan yerinden yurdundan oldu. Milyonlarcası komşu ülkelere göçtü. Bir halk, devleti kendisine sırtını döndüğü için darmadağın oldu, hala da vatandaşları dünyaya dağılmış vaziyette. Bu, sadece bir ülkenin değil; bir milletin, bir tarihin, bir geleceğin kırılması demek.
Peki Türkiye? Biz bu tehlikeleri zamanında gördük. Kurtuluş Savaşı’nı verirken sadece düşmana karşı değil, çaresizliğe, parçalanmışlığa, dağınıklığa karşı da mücadele ettik. Türkiye Cumhuriyeti işte bu karanlık tabloya karşı, “Artık kendi geleceğimizi kendimiz belirleyeceğiz” diyen bir milletin iradesiyle kuruldu. Bu iradenin hukuki temeli ise 1924 Anayasası’ydı.
1924 Anayasası, “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” diyerek yalnızca bir yönetim biçimini değil, halk egemenliğine dayalı çağdaş bir devlet anlayışını da ilan etti. Cumhuriyet, bu anayasa sayesinde sadece bir rejim değil, halkın devletle kurduğu bağın adıdır. Milletle devletin arasındaki sözleşmedir.
Ancak, değerli okuyucularım, bugün geldiğimiz noktada bu bağın yeniden sorgulandığını görüyoruz. Seçimle gelen ama halkın taleplerine kulaklarını kapatan yöneticiler; anayasal kurumların etkisizleştirildiği, denge ve denetleme mekanizmalarının zayıfladığı bir sistem… Devletin dili, giderek milletin sesinden uzaklaşıyor. Unutmayalım ki devlet millet içindir, tam tersi değil.
Son yerel seçimleri hatırlayın. Büyükşehirlerde halk, açık bir mesaj verdi. Geçim sıkıntısından, adaletsizlikten, liyakatsizlikten yorulan milyonlar, oylarıyla “Bizi duyun” dedi. Peki bu ses devletin zirvesine ne kadar ulaştı?
Enflasyonla mücadele hâlâ rafta. Genç işsizlik rekor seviyelerde. Barınma krizi, eğitimde eşitsizlik, adalete erişimde sorunlar… Bunlar halkın gündemi. Ama devletin gündemiyle ne kadar örtüşüyor?
Ülkenin sokaklarında, gençlerin “Biz burada bir gelecek göremiyoruz” dediği bir ülkede; asgari ücretle yaşam savaşı veren milyonların olduğu bir düzende; emeklilerin pazar filesini dolduramadığı bir zamanda, eğer devlet hâlâ bu sesi duymuyorsa, ortada ciddi bir kopuş var demektir.
Bu yüzden 1924 Anayasası’nı sadece bir tarihsel belge olarak değil, bir hatırlatma olarak yeniden okumalıyız. O anayasa, halkın devletle kurduğu bağın temel taşıydı. Bugün o bağı güçlendirecek adımlar atmak, sadece geçmişe saygı değil, geleceğe sorumluluktur.
Devletin dili, milletin sesinden uzaklaştığında anayasa yalnızca bir kâğıttır. Demokrasi ise araçtan ibaret olur, kimileri istediği durağa gelince iner.