Rusya’nın Ukrayna’yı işgal harekâtının doğrudan etkilerini en fazla hissedecek olan ülkelerin başında ne yazık ki Türkiye olacak gibi görünüyor. Savaşan her iki ülke ile de ekonomik, askeri, enerji ve turizm gibi alanlarda ilişkilerimizin olması Türkiye’nin işini zorlaştırıyor. Ülkemizin ‘tarafsızmış’ gibi bir tutum takınması birçok sebepten anlaşılabilir bir politikadır ancak bunu sürdürmenin çok zor olacağı daha ilk günlerden görüldü.

Rusya’nın harekete geçmesinin ikinci gününde (25 Şubat) Cumhurbaşkanı Erdoğan yaptığı açıklamada NATO’nun tepkisini yetersiz buldu ve “daha kararlı bir adım atılması gerekirdi.” dedi. Erdoğan’ın bu açıklamasından bir gün sona Avrupa Konseyi’nde Rusya’nın temsil haklarının askıya alınmasına dair yapılan oylamada 47 ülke içinde çekimser kalan tek ülke Türkiye oldu. Bu ikilemli tutumun nedeninin “denge politikası” olduğu söylendi!

İçte ve dışta bıçak sırtı dengeler üzerinde varlığını sürdürmeye çalışan Türk Hükümetinin Avrupa Konseyi’nde Rusya aleyhine oy vermeyi göze alamamasının sebebi bir tür diyet borcuydu. Zira 2 Aralık 2021’de Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesindeki “Kavala'yı AİHM kararlarına rağmen serbest bırakmayan Türkiye aleyhine ihlal prosedürü başlatma” oylamasında Türkiye lehine çekimser kalan birkaç ülkeden birisi Rusya olmuştu. Ayrıca uluslararası platformlarda lehimize el kaldıracak kaç ülke kalmıştı ki Türkiye oyunu öncelikle hukuka ve vicdana göre kullanabilsindi?

NATO İLE RUSYA'YI BİRBİRİNE KARŞI DENGELEYEBİLİYOR MUYUZ?
Türkiye’nin Rusya ve Batı ile ilişkilerinde uzun zamandır bir ‘Denge Politikası’ yürütmeye çalıştığı söyleniyor. Bu politikaların ana ekseninin, Nato ile Rusya’yı birbirine karşı kaldıraç olarak kullanarak maksimum kazanımları elde etmek olduğu biliniyor.

Batı blokunun güvenlik konsepti olan NATO içerisinde bulunan Türkiye, bu avantajlı pozisyonunu Rusya ve doğu ülkeleri ile ilişkilerinde maksimum fayda amaçlı  kullanmaya çabalıyor. Hassas dengelerde yürütmeye çalıştığı bu politikalardan beklediğinin karşılıklarını tam alıyor mu emin değiliz ama Türkiye için koşullar istikrarlı olarak kötüye gidiyor. Rusya’nın yayılmacılığı ve Türkiye’nin ekonomik ve siyasal risklerinin iyice yükselmesi gibi sebeplerle bu denge politikaları bir hayli çıkmaza girmiş gibi görünüyor.
S400 füzeleri, Doğalgaz-Petrol, Nükleer santral anlaşmaları, Turizm, hububat ithalatımız, yaş sebze-meyve ihracatımız gibi konuların tümünde Rusya’ya göbekten bağlı hale geldik. Tüm bu kalemlerin Türkiye üzerindeki baskısı sebepleriyle Türkiye’nin inisiyatif alanı iyice daraldı. Bu sebeplerle Türkiye, Rusya’ya uygulanacak uluslararası yaptırımlara katılamadığı gibi diğer NATO ülkeleri gibi hava sahasını da kapatamadı.

Türkiye son yapılan Birleşmiş Milletler Genel Kurulunda Ukrayna işgalini kınamaktan kaçınamadı. Ancak Montrö antlaşması gereği NATO gemilerinin Karadeniz’e girmesini engelleyeceğimizi açıklayarak da Rusya ile denge politikasını bir nebze korumuş olduk.

ERDOĞAN, NEDEN AB’YE 'BİZİ DE ALIN' DEDİ?
Rus işgali sonrasında Ukrayna’nın AB’ye katılım başvurusu yapması üzerine Erdoğan da Avrupa Birliği üyesi ülkelerine seslendi. "Ukrayna ile ilgili gösterdiğiniz hassasiyeti lütfen Türkiye için de gösterin. Yoksa birilerinin savaş açıp saldırdığı zaman mı Türkiye'yi gündeme alacaksınız?" dedi.

Erdoğan’ın bu sözü üzerine “iyi ama bu sesleniş şimdi nerden çıktı? ‘Ey Avrupa!’ diyerek AİHM ve Avrupa Komisyonu kararlarını tanımadığınızı her seferinde vurgulayan siz değil misiniz? Hiçbir ödevi neden yerine getirmediniz?” diye soran olmadı tabi! Türkiye-AB katılım sürecinin kesilmesinin tek sebebinin Erdoğan’ın şahsi politik tercihi olduğu zaten biliniyordu. Yine de Erdoğan’ın AB’ye bu yakınması  “bizim önemimizi göz ardı etmeyiniz” şeklinde not edilmiştir umarız!

İçeride olduğu gibi uluslararası kamuoyu da Erdoğan’ın ilkesiz pragmatizmine zaten alışıktı. Şubat 2011’de “NATO'nun ne işi var Libya’da yahu? Türkiye olarak biz son derece ilkeli tavır alıyoruz” diyen Erdoğan üç hafta sonra NATO’nun tüm operasyonlarına tam destek vermemiş miydi?

RUSYA'YA KARŞI YAPTIRIMLAR TÜRKİYE'Yİ DE VURACAK
Bu savaşın ilk etkileri ülkemizde yaşanmaya çoktan başlandı bile. Rusya’nın Ukrayna’ya saldırdığı ilk günlerde TL’nin Dolar karşısındaki kur kaybı savaşın tarafı Rusyadan bile fazla olmuştu. Akaryakıt fiyatları bugünlerde yirmi TL bandını geçti. Mevcut döviz krizimizin çözülmesi için ümitlerin bağlandığı Rus ve Ukraynalı turist beklentisi kaybı şimdiden tüm planları bozdu. Ayçiçek yağı gibi temel gıdalara ulaşımın çok zorlaşacağını düşünen tüketicilerin ürünleri yağmalaması görüntüleri sarsıcıydı.

Hatırlayalım, ülke olarak önceden anlaşmalarını yapıp stoklamamız gereken doğal gaz için, ‘fiyatlar nasıl olsa düşer’ beklentisiyle almayıp sanayimiz kışın ortasında gazsız kalmadı mı? “Doğalgaz stoklarımız yeterli, enerji tedarik sorunumuz yok” açıklaması yapmalarından birkaç hafta sonra sanayinin gazının ve elektriklerinin haftalarca kesildiğini görmedik mi? İklimsel ve çevremizdeki tüm olumsuz gelişmelerden maksimum düzeyde etkilenmemizin sebebi irrasyonel politikalar ve öngörüsüzlükler değil mi?
“Bu savaş Türkiye ekonomisinin en kötü olduğu döneme denk geldi” diyenler olabilir. Ancak gerçekçi olalım, son yıllarda ekonomimizin iyi dönemi oldu mu ki? Tüm olumsuzlukların ana sebebi olan yöneticilerimizin tercihleri, beceriksizlikleri ve öngörüsüzlükleri hep (moda deyim ile) “efsanelik” değil miydi?

HER ALANDA DIŞA BAĞIMLILIĞIN SONUÇLARI
Türk ekonomisinin bu kadar bıçak sırtı dengelere mahkûm edilmesinin sebeplerini bilmeden yapılacak tüm tahliller eksik kalacaktır. Öncelikli sebep; tümüyle yandaşları zengin etmeye yönelik, ülkeye ihanet boyutuna varan özelleştirmelerdir. “Devlet yurttaşın sırtında yük olmaktan çıkacak” denilerek tüm kamu varlıkları hızla yok edildi. ‘Özelleştirme’  kılıfıyla ülkenin tüm birikimleri tam bir mirasyedi gibi har-vur edildi, apaçık peşkeş çekildi.

Sözde ‘özelleştirilen’ bu kamu işletmelerinden (Et-Balık, Süt Endüstrisi Kurumu, Tekel, Çay-Kur, gübre ve şeker fabrikaları gibi) büyük çoğunluğu tarım ve hayvancılığa dayalı idi. Bunlar el değiştirince bırakın rasyonel esaslara göre yönetilmelerini; üretimleri durduruldu.  Tasfiye edildiler, tüm mülkleri nakde çevrildi ve yerlerine AVM'ler yapıldı.
Son otuz yıllık özelleştirmelerle ve tarımda desteklemelerin azaltılması politikaları sonunda tarımdaki iş gücü çok düştü. Geçimi tarım olan insanlar üretimden uzaklaştı, şehirlerde vasıfsız iş gücü oldular. Bu politikalar sonucunda endüstride ve sanayide olduğu gibi tarım ve hayvancılıkta da tamamen dışa bağımlı bir hale getirildik.
İktidarın özgüvenin tavan yaptığı, tüm eleştirilere kulaklarını tıkadıkları o dönemlerde bu yaptıklarını eleştirenler küçümsendi. “Gıdada kendine yeten ülke olmaktan çıkıyoruz” diyenlere “geri kafalı, çağdışı ve meczup” diye saldırdılar.

BU YAŞADIKLARIMIZ KAÇINILMAZ MIYDI?
Enerjide dışa bağımlılığımız konusu büyük ölçüde kaderimiz gibi görünüyor. Türkiye’nin yer altı ve üstü kaynaklarının kısıtlılığı göz önüne alındığında, bu durum bir ölçüde anlaşılır olabilir. Ancak mevcut coğrafi şartlarımız itibari ile tarımda ve hayvancılıkta dışa bağımlılığımızın anlaşılabilmesi ve izah edilebilmesi mümkün müdür?
Taze müstafi, pardon ‘affı kabul edilen’  Tarım Bakanı Bekir Pakdemirli, "Bu ‘Saman ithal ettiniz, buğday ithal ettiniz’ diyenlere karşı şunu söylüyorum, Türkiye’de para var ki ithalat yapabiliyoruz" demişti hatırlarsanız. Ülke ekonomisinin dönemsel olarak yaşadığı göreli rahat dönemlerin sonsuza kadar süreceğini düşünen sıfır öngörülü kadroların uzun dönemde başarı şanslarının olmadığını, onlar hariç herkes biliyordu.

Mevcut kaynakları hunharca tükettikten sonra gelecekten çalmaya zaten çoktandır başlamışlardı. Geleceğimizi bugünden nakde çevirmekten hiçbir pişmanlık duymadıklarının en açık örneğini yeni yaşadık. Birkaç bin ton kömür çıkarmak için yüzlerce yıllık zeytin ağaçlarını katletmeyi kafalarına takmışlar. En son, maden alanlarının genişletilmesi için (yasa ile korunan) zeytinliklerin istilasının önünü açmak yönetmelik değişikliği yayınladılar. 

YARINI SATIP BUGÜNÜ KURTARMAK
Bugün paramız olsa dahi ayçiçek yağı, buğday veya şeker ithal edemeyebileceğimizin ayırdına varmışlardır diye umabiliriz, ama görülüyor ki durum pek böyle değil maalesef! “Buraya kadar uyguladığımız anlayışın birçok olumsuz sonucu oluştu, bari şu kısmını biraz düzeltelim” gibi bir yaklaşımları hiç olmadı. Olmaz ya, kenarda kıyıda satılmamış bir mülk ve tesis bulsalar derhal satarlar. Çünkü artık devletin binalarını, arsalarını, lojmanlarını; ne kaldıysa üçe beşe bakmadan satıp günü geçiştirmeye çalışıyorlar.

Bugün yaşadıklarımızın sebepleri çok açık aslında. Bırakalım orta ve uzun vadeli düşünmeyi, tümüyle günü kurtarmaya dayalı politikalarla yönetiliyoruz.  “Benden sonrası tufan” anlayışının resmi iktidar ve devlet tutumu haline gelmesinin sonuçlarını yaşıyoruz. Bugünkü ekonomik ve doğal kaynakları kurutmak bir yana, geleceğimizi satıp sonraki kuşakları bugünden borca sokmaktan, onların hakkı olan doğayı harcamaktan kaçınmadıklarını açıkça görüyoruz.

Evet, savaşların ne zaman çıkacağı öngörülemeyebilir ancak iç ve dış olası riskler hep vardı ve bunlar yok sayıldı. İçeride olduğu gibi uluslararası siyasal ve ekonomik ilişkileri de hep bıçak sırtı dengelerde yürütmeye çabaladılar. 

Tüm bu olgular çerçevesinde bakıldığında, böylesi irrasyonel yönetim anlayışının hâkim olduğu bu dönemde, dışımızdaki tüm olumsuz gelişmelerden açık ara en kötü etkilenen ülke olmamız sürpriz olabilir mi?