Yurt ve insan sevgisiyle bezenmiş milyonlarca insanımız gibi elbette  benim de zaman zaman yılgınlığa düştüğüm  dönemler olmuştur.

Ülkemde özellikle 20-25 yıldır bilinçli olarak sürdürülen  insanlık dışı baskılarla, ayırımcılıklarla, adaletsizliklerle ve hukuksuzluklarla boğuşurken nasıl bir stratejiyle karşılık vereceğimizi de bilemiyorduk, hazırlıksızdık.

İnançlarımız veya inançsızlıklarımız sürekli biçimde mercek altına alınarak akıl almaz linç uygulamalarıyla karşı karşıya kalabiliyorduk.

Çalıp çırpmadan çalışabilmenin neredeyse ayıplanıyor, buna karşılık “çalıyor ama çalışıyor” anlayışı  kamu yönetiminde egemen bir hal alıyordu.

Kadınlarımızın, hatta minik yavrularımızın dahi tecavüze uğramaları olağan hale geliyordu.

Bilimsel eğitimden uzaklaştırılan çocuklarımız, tarikatların ve cemaatlerin kucaklarına teslim ediliyordu.

Ülkemizin yeraltı ve yerüstü zengin kaynakları, devasa üretim tesisleri birer birer yok ediliyordu.

Verimli tarım topraklarımızdan çiftçilerimiz uzaklaştırılıyor, kent yaşamı içinde  boğaz tokluğuna yaşamaya zorlanır hale getiriliyorlardı.  Üretim dışı bırakılan tarım toprakları da ya paralı Araplara  bir anlamda armağan ediliyor, ya da beton lobilerinin kazançlarına ekleniyordu.

Ülke nüfusu devamlı artış gösteriyordu. Doğal olarak da insanların gıdaya olan gereksinimleri de aynı oranda artmaktaydı. Gıda temininde kendi ülkemiz sınırları içinde emek sarfetmemiz  gerekirken tam tersi yapılıyor, yabancı ülkelere avuç açıyorduk. Nohut, mercimek, pirinç, et, şeker gibi temel gıda ürünlerini, hatta samanı dahi yurt dışından ithal etmeyi  önceler hale getiriliyorduk, hem de milyarlarca dolarları savurarak...

Bu güzelim ülkede dur durak bitmeyen  yüz kızartıcı olayları sürekli biçimde kulak arkası ediyorduk.

Şimdi şu soruları kendimize sormanın zamanı gelmedi mi?

Yıllar boyu  sürüp giden yolsuzlukları, hırsızlıkları görmezden gelmedik mi?

Bir takım mafya babalarının milletvekillerine verdiği çantalar dolusu rüşvet paralarını unutmadık mı?

Merkez Bankası'nın bir gecede soyulmasına sessiz kalmadık mı?

Yerlerde tekmelenen Soma’lı işçilerin çaresizliklerini  unutmadık mı?

“Siz öldürmeyi iyi bilirsiniz” diyerek suçladığı bir yabancı liderden, aynı zamanda şeref madalyası alanların utanmazlığını da unutmadık mı?

Ne oldukları belli olmayan milyonlarca Orta Doğulu insanlar için  ülke sınırlarımızı sonuna kadar açarken, kendi çiftçisine “ananı da al git” diyenleri unutmadık mı?

Kendi yurttaşlarını birbirlerine düşman etmesi yetmezmiş  gibi, “Benim yüzde  50'yi zor tutuyorum” diyen bölücüleri ve savaş çığırtkanlarını unutmadık mı?

Bu toprakları bizlere “vatan” olarak armağan eden Mustafa Kemal Atatürk ve İsmet İnönü gibi kahramanlarımızı, 2 ayyaş benzetmesiyle aşağılamak isteyenleri unutmadık mı?

IŞİD, Taliban gibi kan emici terör örgütü militanlarını, “bir nevi asi çocuklar” gibi bir tanımlamayla hoş görenleri de unutmadık mı?

Kendisi gibi düşünmeyenleri  “Ermeni dölü” veya “İsrail piçi” gibi sokak ağzıyla suçlayanları unutmadık mı?

Şerefsiz, cibilliyetsiz, haysiyetsiz, namussuz, zürriyetsiz, ağzından salyalar akan hayvanlar, sürtük, çürük gibi küfür ve hakaretleri siyasi kültürümüzün içine monte edenleri unutmadık mı?

Kürt kökenli insanlarımızı, oy devşirebilmek adına, bir gün terörist, başka bir gün kardeş ilan eden tutarsız siyasetçileri unutmadık mı?

Evet yıllar boyu bu ve benzer mide bulandırıcı söylem ve eylemleri bizlere yaşattılar ve unutturdular.

Sayfalara sığmayacak kadar sınırsız ihanetlere karşı yeterli karşı duruşun gösterilmediği apaçık ortadadır.            

Zaman hızla geçiyor. Ben ve benim gibi ileri yaşlarda olanların, ileride özlenen günleri görebilmesi pek mümkün olamasa dahi, bugün vereceğimiz mücadele ışığının, çocuklarımız ve torunlarımız için yol göstereceğine inanmaktayım

İlkel, çağdışı, ilkesiz bir toplum düzeni yaratmak isteyenlere karşı yılgınlığa düşmeden, korkmadan ve azimle mücadele vermenin zamanı gelmedi mi?

Ne dersiniz?