İstiklal Marşı’mızın yazarı Mehmet Akif Ersoy bir yazısında; “Türkçemiz başlı başına bir dil değildir. Arapçanın ve Farsçanın yardımıyla ayakta duruyor…” diyor. Türkçenin bir dil olarak var olabilmek için Arapça ve Farsça sözcüklere ve tamlamalara gereksinimi olduğunu ileri sürüyor. Hatta teknolojik ve bilimsel gelişmelerle birlikte ortaya çıkan yeni aygıt ve kavramlar için de yine Arapça ve Farsçadan alınacak sözcüklerle adlar ve terimler üretilmesi gerektiğini savunuyor. Mehmet Akif bu düşüncelerini Arapça öğrenmeye ilişkin bir yazısında dile getiriyor. Bu yazıya, Beyan Yayınları tarafından 19.02.2010 tarihinde yayımlanan Mehmet Akif’in düzyazılarının derlendiği kitaptan ulaşılabilir.

Kuşku yok ki Mehmet Akif, ulusal kurtuluş mücadelemizde büyük bir yere sahip. Büyük bir yurtsever olduğu da ikirciğe yer bırakmaz bir gerçek. Hatta İslam’a ilişkin görüşleri de çağına göre son derece ileri. Öyle ki kimi gerici ve bağnaz çevreler, çağdaş düşüncelerinden dolayı onu “din yıkıcısı” olarak bile niteliyor. Mehmet Akif’in yurtseverliğini ve ilerici dinsel düşüncelerini beğeniyle karşılıyor ve selamlıyorken Türkçeye ilişkin değerlendirmesini ise kesinlikle reddediyorum. Mehmet Akif fena halde yanılıyor.

Bir kere Türkçenin Arapça ve Farsçaya olan sözde gereksinimi her dilin bir başka dile olan gereksiniminden daha fazla değil. Dünyanın bütün dilleri başka dillerden sözcük alır. Arapçada da başka dillerden on binlerce sözcük var. Hatta Kur’an’da bile yüzlerce Arapça olmayan sözcük bulunuyor. Bu son derece doğaldır. Türkçe de başka dillerden yüzlerce, binlerce sözcük almıştır. Ancak Arapça ve Farsçadan biraz daha fazla almıştır ki bunun da nedeni gereksiz Arap ve Fars öykünmeciliğidir. Türkçedeki Arapça ve Farsça sözcüklerin çoğuna aslında gerek yoktur. Gereksiz yere alınan sözcükler bırakılmalıdır. Türkçeye bu açıdan en büyük darbeyi Osmanlıca denilen uyduruk diyalekt vurmuştur. Türk dili, Osmanlıca öncesinde de Arapça ve Farsça karşısında sahipsiz bırakılmış, Osmanlı dönemi de dahil olmak üzere yaklaşık bin yıl boyunca devlet dili olarak işlenme olanağından yoksun kalmıştır. Ancak yine de görkemli varlığını sürdürmeyi başarmıştır.

Türkçe deyim yerindeyse bir yer altı suyu gibidir. Yerin altında akıp giden ve pınar pınar / göze göze fışkıran arı duru bir dildir.

Yaklaşık bin yıldır devlet dili olamamış bir dil olmasına karşın, kutsanan Arapça ve Farsçaya karşı yaşamsallığını korumayı başarmıştır.

Mehmet Akif’in bir dönem Mısır’da Türk dili ve edebiyatı dersleri verdiğini biliyoruz. Ancak Orkun Yazıtları’nı okudu mu bilmiyorum. Ama okumuş olsa Türkçenin aslında başlı başına bir dil olduğunu, Arapça ve Farsçaya kesinlikle gereksinim duymayacağını kavrardı, diye düşünüyorum. Kim bilir belki de Orkun Yazıtları’nı o günün kısıtlı bilgisiyle ilkel metinler olarak görmüş de olabilir. Ancak önemli bir şair ve düşünür olarak Orkun Yazıtları’ndaki varsıllığı ve dilin üretkenliğini sezmiş olması gerekirdi. Gerçek şu ki Mehmet Akif gibi birinin Orkun Yazıtları’nı okumamış olması pek mümkün değil gibi geliyor bana. Mutlaka okumuştur. Fakat derinlikli bir inceleme yapmadığını düşünebiliriz.

Devam edelim…

Evet, Türkçenin Arapça ve Farsçaya gereksinimi yok ama Araplaşmış yahut Farslaşmış kimi ümmetçilerin var. Ne üzücü ki Mehmet Akif de ümmetçi etkiyle böyle bir görüşü savunuyor. Oysa yazdığı İstiklal Marşı’ndaki sözcüklerin bile % 60’ı öz Türkçe.  Mehmet Akif, kendi yazdığı şiirde kullandığı sözcüklerin kökenini bilmiyor olabilir mi? Kökenbilim başka bir deyişle etimoloji konusunda Akif’in bilgi düzeyi nedir, açıkçası bilmiyorum. Ben bir sonraki yazımdan başlayarak İstiklal Marşı’ndaki sözcükleri tek tek kökenbilim açısından açıklayacağım.

Ancak bu yazımızı başlıktaki nur ve ışık karşılaştırması hakkında birkaç tümce yazarak sonlandırmak istiyorum.

Gerçek şu ki Arapça nur sözcüğü birebir Türkçedeki ışıktır. Kur’an’da ve eski, yeni bütün Arapça sözlüklerde nur, ışık olarak yer alıyor. Nur, ışığın kutsal hali değildir. Zira kutsal olan ya da olmayan ışık ayrımı söz konusu olamaz. Bu akla ziyan bir düşüncedir. Bu nedenle biz nur eşittir ışık olarak biliyoruz. Nur içinde yatsın sözünü, ışıklar içinde uyusun diyerek çağdaş Türkçe ile daha da güzelleştiriyoruz. Işıklar içinde uyumak Allah’ın sevgisiyle aydınlanmak demektir.

Çünkü ışığın kaynağı Allah’tır. Ayrıca biz o yüce Allah’a binlerce yıldır Tengri / Tanrı diyoruz. Biz ki Türk’üz, Türkmen’iz, Yörük’üz… Ve daha onlarca ad ile anılan Türk halklarıyız. Adriyetik’ten Çin Seddi’ne değin büyük Türkeli’yiz.

Türkçede ışık ile ilgili çok söz var. Işımak, ışıtmak, ışın, ışınım, ışıltı, ışıma, ışıyış, ışıklı, ışıksız, parıltı, parlak, pırıl pırıl, aydın, aydınlık, aymak, aydınlanmak, aydınlatmak…

Demek ki Arapça nur sözcüğüne gereksinim içerisinde değiliz.

Sözlerimizi bir Kur’an ayeti ile sonlandıralım:

“… Rabbena, etmim lenâ NURenâ veğfir lenâ…”

“Rabbimiz, IŞIĞIMIZI tamamla ve bizi bağışla…” / Tahrim Suresi, 8. Ayet ( Yasaklama Bölümü, 8. Söz)