O, insanlığın en büyük şehitlerindendir. Ondan söz etmek, yaşam öyküsünü anımsamak, onun üzerine yazılmış şiirleri ve onun hakkında söylenmiş sözleri okumak, bana eşsiz bir
ürperme duygusu veriyor. Öyle bir duygu ki bu, tüyleri diken diken olmak deyimi kesinlikle yetersiz kalıyor. Bambaşka bir boyuta geçiyor gibi oluyorum. Daha sözlerimizin başında belirtelim ki ona ne denli saygı sunsak azdır. O bir Tanrı dostudur. Tanrı uğruna özünden geçen, canını veren ve aşkın doruğunda sevgilisi ile bütünleşip o olandır. Bundandır ki “Ene’l- Hak!” diye haykırmıştır.

Peki, gerçekten kimdir Mansur?
Neden Hallâc denilmiştir?
Neden idam edilmiştir?
Cesedi neden yakılmıştır?
Onun, kendisini böylesi bir sona götüren nasıl bir yaşamı vardı?

Daha yakından bakalım.

Gerçek adı Hüseyin idi. Ancak Hallâc-ı Mansur olarak bilindi ve tanındı. Mansur gerçekte babasının adı idi. Hallâc- ı Mansur, 858 yılında Ağustos ayında İran’ın Fars eyaletinin Beyza kentinin Tur köyünde doğdu. Fars kökenlidir. Nitekim dedesi Mahamma, Mecusi’dir. İbnü’n- Nedim, onun, halkının çoğunluğu Arap olan Beyza kentinden olduğunu belirtip Hallâc denilmesinin babasının mesleğinden dolayı olduğunu aktarır. Ancak yine yazalım ki, Hallâc Arap değil Fars’tır. Anne soyu bakımından Eyyüb el- Ensarî’nin soyuna dayandığı için Hallâc- ı Mansur’a “Ensarî” de denilmektedir.

Hallâc denilme nedenini oğlu Hamd, başka bir biçimde açıklamaktadır. Buna göre o, insanların gönüllerindeki gizemleri pamuk gibi atıp alt üst ettiğinden dolayı kendisine Hallâc-ı Esrar denilmiştir. Başka bir aktarıma göre ise bir hallâcın işyerinde iken sahibini bir yere göndermiş, geri geldiğinde bütün pamukların atıldığını gören işyeri sahibi, bunun bir keramet olduğunu kabul edip ona hallâc adını vermiştir.

Bir başka görüşe göre ise Hallâc- ı Mansur’un Halaç yahut Kalaç denilen bir Türk topluluğundan olmasından dolayı kendisine bu ad verilmiştir. Ancak bu sav, pek olurlanmamaktadır.

Mansur’un oğlu Hüseyin başka bir deyişle Hüseyin bin Mansur, Melâmet ehli arasında, “Sultanu’l- Melametiyyîn” biçiminde anılır. Bu, “Melametîlerin Sultanı” demektir. Ona, Nasır’ın Mansur’u da denilmiştir. Burada nasır ile kastedilen Allah’tır. Dolayısıyla Allah’ın Mansur’u denilmektedir. Mansur’un sözcük anlamı kendisine zafer verilen ve yardım edilen kişi demektir. Böylece, Hallâc-ı Mansur, Allah’ın kendisini zafere taşıdığı kişi olarak nitelenmektedir. Evet, kendisi idam edilse de davası utkuya ulaşmıştır. Onun düşünce ve inançları İslam dünyasında dalga dalga yayılmıştır.

Hallâc-ı Mansur, çocuk yaştan başlayarak iyi bir eğitim aldı. 12 yaşında iken Kur’an’ın tümünü ezberledi. Çeşitli bilginlerin ve Sufilerin derslerine katıldı. Doğduğu köy olan Tur’dan ayrılıp Vâsıt’a ve Tüster’e gitti. 20 yaşında iken Basra’ya gelip buradan Bağdat’a giderek Cüneyd-i Bağdâdî, Amr bin Osman el-Mekkî, Ebu’l-Hüseyin en-Nûrî gibi Bağdat’ın tanınmış sûfîlerinin söyleşilerinde bulundu.

Basra’da Ebu Yakup Akta’ adlı bir sufinin kızıyla evlendi. Burada Abbasilere karşı gerçekleşen ünlü Zenc ayaklanmasına tanık oldu. Kaynaklarda ayaklanmaya sıcak baktığı aktarılıyor. Zenc ayaklanması, Doğu Afrika kıyılarından yakalanarak getirilen kölelerin başkaldırısıdır. Bu köleler, Abbasilere karşı ayaklanmış ve zulme başkaldırmış Afrikalılardı. İsyana başka çevreler de destek verdi. Ayaklanma 869’dan 883’e değin sürdü. Bu ayaklanma, İslam tarihinde zalimlere karşı gerçekleştirilen en destansı ayaklanmalardan biridir. Beş yüz bin insanın yaşamını yitirdiği bu ayaklanma, tarihsel kaynaklarda ayrıntılarıyla aktarılıyor. Bu konuya ilişkin daha sonra ayrı bir yazı kaleme alacağım.

Yeniden Hallâc-ı Mansur’a dönelim…

Hallâc-ı Mansur, Basra’da bulunduğu yıllarda Şiî inancını da yakından tanıdı. Bir süre sonra, 896’da ilk haccını yapmak üzere Hicaz’a gitti. Burada  zamanını  ibadetle geçiren Hallâ-cı Mansur, daha sonra bir bölük sûfî arkadaşıyla birlikte Bağdat’a dönerek Cüneyd-i Bağdadî’nin söyleşilerine katıldı. Hallâc-ı Mansur’un kimi sorularına yanıt veremeyen Cüneyd, onu söyleşi toplantılarından uzaklaştırdı.

Bunun üzerine Hallâc-ı Mansur, Tüster’e döndü. Aralarında bir yıl kaldığı Tüster halkı, kendisini hiçbir mezhebe bağlı görmeyen, ancak her mezhebin en güç hükümlerini uygulamayı taban alan Hallac-ı Mansur’a büyük ilgi gösterdi. Hallâc, daha sonra beş yıl sürecek bir yolculuğa çıkmak üzere Tüster’den ayrıldı. Horasan, Mâverâünnehir, Sicistan ve Kirman bölgelerini dolaştı. Fars’ta halka vaazlar verdi, onlar için yapıtlar yazdı. Ardından Ahvaz’a geçti ve ailesini de buraya getirtti. Şeyhi, Amr bin Osman el-Mekkî’nin Ahvaz yöresine kendisini kötüleyen mektuplar yazması üzerine ondan giydiği hırkayı çıkarıp attı. Ahvaz’da meclis kurup vaazlar vermeye başlayan Hallâc, halkın ve aydınların büyük beğenisine ulaştı ve burada Hallâc-ı Esrâr diye tanındı. Daha sonra ailesini Ahvaz’da bırakarak 400 müridiyle birlikte ikinci defa hac yapmak üzere Basra üzerinden Mekke’ye gitti. Kendisini kıskanan sûfî Ebû Ya‘kūb en-Nehrecûrî, onun aleyhinde çalışmalar yaptı. Hac dönüşü Basra’da bir ay kaldıktan sonra Ahvaz’a gelen Hallâc, ailesini ve buranın ileri gelenlerinden bir bölük insanı yanına alarak Bağdat’a geçti. Burada bir yıl kaldı; ardından küfür ve şirk ülkelerini Allah’ın dinine davet etmek için mânevî bir işaret aldığını söyleyerek, ailesini müridlerinden birine emanet edip deniz yoluyla Hindistan’a gitti. Horasan, Tâlekān, Mâverâünnehir, Türkistan, Maçin, Turfan ve Keşmir’i dolaştı. Buralarda ateşli vaazlar verdi, Allah sevgisinden söz etti. Gezdiği yerlerdeki halk için yapıtlar yazarak İslâm’a girmelerinde etkili oldu. Onun etkisiyle Müslüman olanlara Mansûrî deniliyordu. Bu durum kendisini büyük bir üne kavuşturdu. Ziyaret ettiği yerlerin halkı mektuplarında kendisine “mugīs, mukīt, mümeyyiz, zâhid, mustalem, muhayyer” gibi unvanlarla sesleniyordu. Bu seyahatten dönünce aleyhindeki çalışmalar da yeniden başladı. 903’te üçüncü kez hacca gitti ve burada iki yıl kaldı. Kimileyin ibadet ediyor, kimileyin de halk arasına karışıp hacda kesilen kurbanlar gibi Allah yolunda kendini feda etmeye hazır olduğunu haykırıyordu. Bağdat’a dönen ve bir ev satın alan Hallâc’da bir değişikliğin meydana geldiği fark edilmişti. Hakkında anlatılan bir menkıbeye göre Bağdat’ta açıkça Hak yolunda canını feda etmek istediğini, kanının dökülmesinin halk için helâl olduğunu ilân etti. Karmatîler’in Abbâsî Devleti’ni tehdit ettiği, 869 yılında başlayıp 883’e değin süren Zenc başkaldırısının izlerinin henüz silinmediği ve istikrarsızlığın devam ettiği bir dönemde Hallâc’ın sözleri ve davranışları, halk ve bilginler arasında yeni bir huzursuzluk oluşturdu. İbn Dâvûd ez-Zâhirî öncülüğünde bir bölük şeriat bilgini, Hallâc’ın aleyhinde bir çalışma başlattı; kimileri onun büyücü, şarlatan veya deli olduğunu ileri sürerken kimileri de keramet sahibi bir eren olduğunu söylüyordu. Aleyhindeki çalışmalar artıp bir kısım müridleri tutuklanınca kendisini de aynı sonun beklediğini anladı ve Ahvaz’a gitti. Sûs’ta bir dostunun yardımıyla Dânyâl peygamberin türbesi yakınında bir yıl saklandı. 913’te yakalanarak Bağdat’a getirildi ve idam istemiyle mahkeme önüne çıkarıldı. Şâfiî kadısı İbn Süreyc’in, esine/ilhama dayanan tasavvufî içerikteki sözlerin fıkhî açıdan değerlendirilmesinin yanlış olacağını ileri sürüp idama karşı çıkması ve dostu başmâbeyinci Nasr el-Kuşûrî ile Halife Muktedir-Billâh’ın Türk asıllı annesi Şağab’ın araya girmesi üzerine Vezir Ali bin Îsâ el-Kunnâî onu üç defa siyaset meydanında teşhir ettikten sonra hapsedilmesini yeterli gördü.

Sekiz yıl süren hapis yaşamı, genellikle dostu Nasr el-Kuşûrî’nin evindeki bir odada göz hapsi şeklinde geçti. Bütün gereksinimleri karşılandı; ziyaretçi kabul etmesine izin verildi. Hapiste bulunan Hallâc’ın Bağdat ve çevresindeki etkisi giderek arttı. Burada iken Kitâbü’ṭ-Ṭavâsîn’in “Ṭâsînü’s-Sirâc” ve “Ṭâsînü’l-Ezel” bölümlerini yazdı. Fakat aleyhindeki çalışmalar bütün şiddetiyle devam ediyordu. Sonradan maliye tahsildarı olan eski sûfî Ebû Ali el-Evâricî bile onu, ünlü kıraat bilgini İbn Mücâhid’e sahte kerametler gösteren bir hokkabaz şeklinde tanıtmıştı. Cezalandırılması yönündeki istemlerin artması üzerine Vezir Hâmid bin Abbas tarafından idam isteğiyle yeniden yargıçlar kurulunun önüne çıkarıldı. Kanıtların yetersiz olduğunu söyleyen yargıçlar, idamı için hüküm vermekten kaçındıklarından mahkeme uzun sürdü. Ancak Vezir Hâmid’in ısrarlı takibi karşısında bir oldu bittiyle karşı karşıya kalan Mâlikî kadısı Ebû Ömer Muhammed bin Yûsuf el-Ezdî idamına karar verdi. Hanefî kadısı İbnü’l- Bühlûl’ün karşı çıkmasına karşın, bu karar öbür yargıçlara ve tanıklara imzalatıldıktan sonra Halife Muktedir-Billâh tarafından onanınca Hallâc, 24 Zilkade 309 (26 Mart 922) tarihinde Bağdat’ın Bâbüttâk denilen semtinde önce kırbaçlandı; burnu, kolları ve ayakları kesildikten sonra idam edildi. Başı kesilerek Dicle üzerindeki köprüye asıldı; gövdesi yakılıp külleri ırmağın sularına savruldu. Kesik başı iki gün köprüde asılı bırakıldıktan sonra Horasan’a gönderilerek bölgede dolaştırıldı.

Hallâc’ın idam edildiği yer, zamanla kutsanmaya başlandı. Halk onu Hak uğruna şehit olan bir eren olarak kabul edip idam edildiği yeri türbeleştirdi. Hatta sonraki dönemlerde pek çok devlet görevlisi dahi orayı ziyaret edip ona dualar etmeye başladı. Hallâc, idamının ardından daha da ünlendi. Davası milyonlarca insan tarafından benimsendi. O gerçekten eşsiz bir eren idi. Eren, Tanrı dostu demektir. Ne acı ve ne ilginç ki, Hallâc gibi bir Tanrı dostunu Allah adına ve şeriat uğruna idam ettiler. Hem de ne idam! Bedeni paramparça edildi, cesedi yakıldı. Başı köprüye asıldı. Ve daha nice iğrençliklerle Hallâc’ın ölüsüne dahi işkenceler edildi.

Ne idi ki Hallâc’ın suçu?

Hallâc; “Ene’l-Hak” demişti. Bu, gerçekte “Ben Tanrı’yım!” diye haykırmaktı. Gel gör ki şeriata göre bu suçtu; idamı gerektiren bir suç…

Oysa Hallâc, tümtanrıclığı duyurmuştu. Ne varsa Tanrı’dan bir parçadır ve ben de ondan bir parçayım diyordu gerçekte… Ama bunu en açık ve en katı biçimiyle söyledi. Tanrı, insana şah damarından daha yakın değil miydi? Tanrı insanı / Âdem’i var ettiğinde ona ruhundan üflememiş miydi? Kur’an böyle demiyor muydu?

Peki, bu şeriat bilginlerinin Kur’an’la derdi neydi?

Neden tümtanrıcı (panteist) bir ereni yok etmek istediler?

Şeriat bilginlerinin aslında çoğunlukla siyaset canbazları tarafından yönlendirildiği açıktır.

Peki, Hallâc, başka neler diyordu?

Tasavvuf tarihi bakımından birinci derecede önemli büyük mutasavvıflardan olan Hallâc’ın sözleri ve menkıbeleri çağlar boyunca Müslümanlar arasında yankılanmış ve İslâm toplumu üzerinde derin izler bırakmıştır. Tasavvuf, Hallâc’ın şahsında yeni bir aşamaya ulaşmış, onun bu harekete bastığı damga günümüze kadar etkisini sürdürmüştür. Değişik ifadelere ve izah şekillerine bürünerek geniş halk katmanları arasında yaşama olanağı bulan Hallâc’ın temel görüşlerinden biri Nûr-ı Muhammedî (Hakîkat-i Muhammediyye) düşüncesidir. Hallâc’a göre Hazreti Muhammed’in biri ezelî bir nur oluşu, öbürü bir insan ve peygamber olarak dünya yaşamındaki altmış üç yıllık varlığıyla ilgili kişiliği olmak üzere iki kimliği vardır. Allah’ın ilk yarattığı şey onun nurudur. Âdem henüz toprakla su arasında iken, yani henüz yaratılmamış iken o peygamberdi. Bütün nebîler, resuller ve erenler bilgi ve irfanlarını ondan almışlardır. Hatta bütün varlıkların var oluş nedeni odur. Hazreti Âdem bedenlerin, Hazreti Muhammed ise ruhların babasıdır. Hazreti Muhammed’i değişik bir şekilde yorumlayan, onunla Allah arasındaki ilişkiyi farklı bir biçimde açıklayan bu kuram, daha sonraki mutasavvıflar tarafından geliştirilmiş ve tasavvufun önemli esaslarından biri haline getirilmiştir. Hallâc, yaratma ve dinlerle ilgili düşüncelerini de Nûr-ı Muhammedî çerçevesinde açıklamıştır. Ona göre bu nur ilk taayyündür, zâtın zâta tecelli etmesidir, bütün yaratıklar ondan zuhûr ettiğinden o aynı zamanda varlığın kaynağıdır. Eğer o olmasaydı hiçbir şey olmazdı.

Hallâc’a göre bütün dinler öz olarak birdir. Aynı gerçeğe değişik açılardan bakmaları dinlerdeki farklılığın kaynağını oluşturmuştur. Dinlerin birliği esastır; bütün din mensuplarının hedefi ve istedikleri şey aynıdır. Bu yönden hepsi hak üzeredir. Farklılık isimlendirmede ve şekildedir.

İblîs’in Âdem’e secde etmemesini Hallâc, bir de tevhid, aşk ve fütüvvet açısından yorumlamıştır. Ona göre İblîs, Allah’tan başkasına secde edilmemesi gerektiğini, ilâhî takdirin böyle olduğunu biliyor, secde buyruğunu bir sınav ve zâhirî bir konu olarak görüyordu. İblîs, Allah’a derin bir aşkla bağlı olduğundan ondan başkasının önünde eğilmemiş, secde şerefini yalnız ona özgülemiştir. Allah’ın, “Eğer secde etmezsen sana sonsuza dek azap edeceğim,” uyarısına karşı, “Bu azap içinde iken beni görecek misin?” biçiminde bir soru sormuş, “evet” yanıtını alınca, “Beni görmen bu azaba katlanmama değer,” demiştir. Hallâc, aşkı bir zevk ve haz olarak değil elem ve azap olarak görüyor ve âşığın sevgilisi uğruna en acı ıstırabı tereddüt etmeden göze alması gerektiğini düşünüyordu. İdam edileceği gün, vücudundan akan kanla abdest aldığı ve “Aşk namazı için abdest ancak kanla alınır,” dediği aktarılır.

Hallâc hakkında ileri sürülen savların en yaygını, en etkili ve en sürekli olanı, onun tevhid ve fenâ görüşünü ifade eden “Ene’l-Hak” sözü ile hulûl ve ittihadı çağrıştıran ifadeleridir. Hallâc’ın kâfir ve zındık olduğunu iddia edenler, Ene’l-Hak sözü ile tanrılık iddiasında bulunduğunu ileri sürmüşler, onu büyük bir eren / Tanrı dostu olarak tanıyanlar ise bu sözü öbür sûfîlerin şathiyeleri gibi görüp çeşitli biçimlerde yorumlamışlardır. Hallâc’ın Ene’l-Hak dediği doğrudur. Onun konuyla ilgili tam ifadesi şöyledir: “Eğer Allah’ı tanımıyorsanız yapıtını tanıyınız, işte o yapıt benim, ben Hakkım, çünkü ebediyen Hak ile Hakkım,” (Kitâbü’ṭ-Ṭavâsîn, s. 208)

Bir şiirinde hulûlle ilgili olarak, “Ben sevgilimin kendisiyim, o da bendir; biz bir bedene hulûl etmiş iki ruhuz” (Dîvân, s. 279) diyen Hallâc’ın bu sözleri, daima onun fenâ, sekr ve tevhid hali göz önünde tutularak açıklanmaya çalışılmıştır. Bu açıklamalara göre “Ben Hakkım,” sözü “Ben Hak’tanım,” veya “Ben bir gerçeğim ve bâtıl değilim,” demektir. Kimilerine göre Hallâc, bu sözü Allah’tan hikâye yoluyla söylemiş ve “Allah ben Hakkım diyor,” demek istemiştir.

Hallâc’ın görüşlerine ondan geriye kalan üç yapıttan ulaşılabilir. Bunlar; Kitabu’t’Tavâsîn, Divan ve Hallâc’ın söylediği ileri sürülen sözlerin derlenmesiyle oluşmuş Ahbaru’l- Hallâc’tır.

İbnü’n- Nedim’in adlarını vererek Hallâc’a nispet ettiği 46 yapıt ise günümüze ulaşmamıştır.

Hallac’ın sözleri ve düşünceleri Türk tasavvuf önderlerini de derinden etkilemiştir. Ahmet Yesevîlerden, Hacı Bektaş Velilere, Hacı Bayram Velilere, Şeyh Bedrettinlere, Yunus Emrelere değin yüzlerce Türk sufî, Hallâc’a hayranlık belirten sözler söylemişlerdir.

Hallâc, şeriatın zulmüne uğrayan bir Tanrı dostudur. Şeriatla sorunu olan her müminin Hallâc’ı sevmesi, ona saygı duyması ve onu kılavuz edinmesi doğaldır.

Pek çok sufi ozan şiirlerinde Hallâc’ın sözlerine ve özellikle de “Ene’l- Hak” çığlığına göndermede bulunmuştur.

Kim ne yorum yaparsa yapsın; Hallâc panteizmin şehididir. Görüşleri tevil edilmeye, şeriata uygun hale getirilmeye çalışılmaktadır. Ancak yalın gerçek gün gibi ortadadır. O bütün varlığı/evreni Tanrı olarak gören ve kendisinin de o varlığın bir parçası olarak Tanrı olduğuna inanan korkusuz bir Hak dostudur.

Hallâc, şeriata karşı direnişte kutsal bir simgedir, bayraktır. O bayrağın inanç burcunda dalgalanması hepimize güç veriyor.

Hallac’a ilişkin pek çok yapıt kaleme alınmıştır. Bunların doruğu M. Louis Massignon’a ait “İslam’ın Mistik Şehidi, Hallâc-ı Mansur’un Çilesi” adlı çalışmadır. Hallâc’a ilişkin yazılan bir başka önemli yapıt da Yaşar Nuri Öztürk’ün; “Ene’l-Hak İsyanı, Hallâc-ı Mansur, Darağacında Miraç” adlı kitabıdır. Bunların dışında, yukarıda da yazdığımız üzere konuya değin daha pek çok çalışma bulunmaktadır.

Hallâc, özgün biçimi Arapça olan ve bizim burada Türkçesini aktardığımız bir şiirinde Tanrı elçisi Hazreti Muhammed’e şöyle sesleniyor:

Ey Tanrı elçisi,
Güneşin doğup battığı hiçbir gün yoktur ki, aşkınla soluk alıp veriyor olmayayım…
Oturup konuştuğum hiçbir topluluk yoktur ki, onlara senden bahsetmiş olmayayım…
Üzüldüğüm ya da sevindiğim hiçbir an yoktur ki, düşüncelerimde ve yüreğimde seni
bulunduruyor olmayayım…
Susayıp su içmek istediğim hiçbir an yoktur ki, bardağımda senden bir yansıma
görmeyeyim…
Ey Tanrı elçisi,
Sana gelmeye güç bulduğum hiçbir an yoktur ki, hemen yüzüstü sürünerek ya da yerlere
kapanarak sana gelmeye çalışmayayım…

Hallâc’ın anısını “Dar-ı Mansur” ile yaşatanlara hü…
Bin selam olsun Hallâc’a ve Hallâc’ı seven canlara…

Son sözü Muhyuddin Abdal söylesin.

Muhyuddin kaynadı taştı,
Bu idi sözümün kastı,
Gel beri gel Tanrı dostu,
Haktan ayrı bilme yâri…