27 Mayıs 1960’da Cumhuriyet Türkiye’sinde ilk askeri darbe gerçekleşti. Bu bir ilkti. II. TBMM ile kışlaya çekilen Ordu, ilk kez kışladan çıkmıştı!

Tahkikat Encümeni adli işlevi üstlenmek ile sivil darbe yapan DP hükümeti asker darbesiyle devrildi.1950-1960 döneminin Başbakanı Adnan Menderes ve iki arkadaşının idamı ile “61 Anayasası” nedeniyle “ak devrim” olan hareket; kanlı darbe oldu!

Rahmetli Menderes, 5 dönem CHP milletvekilliği yapmış bir toprak ağası olarak ayrılıp arkadaşlarıyla Demokrat Parti’yi kurmuştu. Çok partili hayatla birlikte gerçekleşen 1946 seçimi, tek parti avantajını elden kaçırmak istemeyen partili yönetici ve bürokratların hileleriyle gölgelenmişti.

Ama 1950 seçimi ve İsmet Paşa’nın sabrı ile Demokrat Parti iktidara ulaştı.

Dünya demokrasi tarihinde bir “ak devrim” gerçekleşmişti. “Milli Şef” bunu gerçekleştirmenin onur ve mutluluğuyla iktidarı teslim etmişti.

Ne yazık ki Başbakan Adnan Menderes, kısa zamanda güç sarhoşu oldu. Eski Genel Başkanı ve Garp Cephesi Komutanı İsmet Paşa ile partisine husumetler yöneltmeye başladı. 1954 seçiminden sonra, muhalefeti ezme ve tasfiye hareketleri içine girdi;

Vatan Cephesi Derneği kurdu. Bu derneğe üye olmayanları dışladı; ötekileştirdi. Toplum bir gerilim ve cepheleşme içine itildi.

CHP Genel Başkanı İsmet Paşa’nın yurt gezilerini adeta yasakladı:

. Kayseri’ye giderken şehrin dışında trenin yolu kesilerek dönmek zorunda bırakıldı.

. Uşak’ta yolu kesilerek taşlandı; kafası yarıldı.

. Topkapı’da linç etmek hareketi; askeri birlik tarafından önlendi.

Başbakan “orduyu yedek subaylarla da yönetirim” dedi. Genelkurmay Başkanı Orgeneral Rüştü Erdelhun’u paltosunu tutan biri olarak yanında gezdirmeye başladı.

. 1957 seçimlerini, 1946 seçimlerine rahmet okutan hilelerle lehine çevirdi. Toplumsal gerilim, barışı bozacak kerteye yükseldi.

. Muhalefet ile basına baskılar arttı. Birçok gazeteci hapsedildi. Muhalif gazetelerin yayını sıklıkla durduruldu. Nitekim birçok gazete boş sütunlar ve sayfalar halinde yayınlandı.

. Muhalif olan Cumhuriyetçi Köylü Milliyet Partisi (CKMP) Genel Başkanı Osman Bölükbaşı’yı milletvekili seçtiği için Kırşehir ili cezalandırıldı. İlçe yapılarak Nevşehir’e bağladı. Nihayetinde Osman Bölükbaşı hapsedildi.

İsmet Paşa ile Bölükbaşı’ya yönelik hakaretler, özellikle Topkapı ve Kırşehir olayları gerilime zirve yaptırdı. Köyde kentte halk kahvelerini ve camilerini bile ayırdı.

Kendi milletvekillerine hitapla; “siz isterseniz hilafeti bile getirirsiniz” diyen Başbakan; CHP’nin mallarını müsadere etmek, partiyi kapatmak için Tahkikat Komisyonu kurdu.

Bu da bardağı taşıran damla oldu. Üniversite gençliği ve aydınlar ayağa kalktı.

Başbakan, öğretim görevlilerini “kara cübbeliler” diye aşağıladı.

Fısıltı gazetesi ve tevatürler ortalığı bulandırmaya başladı.

Öğrenci hareketleri, insanların üzerine tanklar sürülerek bastırılmaya başlandı. Öğrenci kanları akmaya başladı.

İsmet Paşa, gelişmelerin vahametini ifade etmek için TBMM’de, “sizi ben bile kurtaramam” dedi.

Genç subayların hücreler halinde sürdürdüğü örgütlenme; “Milli Birlik Komitesi” olarak “Silahlı Kuvvetler” adına darbe yaptı.

Ordu kışladan çıkmıştı.

Ya da çıkarılmıştı!

Siyasi hırsla demokratik kuralları ayak altına alarak yaratılan toplumsal cepheleşme; bir darbe ve darbe de kan davası sonucunu doğurdu. Askeri darbeler, sivil darbelerle birbirini tetikleyerek 15 Temmuz’a gelindi.

Günümüz yönetim anlayışı, nasıl bir tarihi geçmişi hatıra getiriyor, merak ederim!

Gere gere nere varılacaktır?

***

ALLAH’IN GAZABINA NASIL UĞRANILIR
Millici Prof. Erbakan’ın İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığına layık gördüğü Recep T. Erdoğan; Belediye Başkanı olarak “İstanbul Risaleleri” adlı bir kitap yayınlamıştı.

Yazdığı önsözde kentin kimliği üzerinde durarak şunları söylemişti:

“Tarihi şehirlerimiz giderek asıl kimliklerinden uzaklaşıyor. Yaşanan büyük iç göç yüzünden başta İstanbul olmak üzere bütün büyükşehirlerde yerli nüfus azınlığa düşmüş. Yeni sakinler ise şehrin kültürünü, tarihini ve tabi dokusunu korumak hususunda yeterli hassasiyeti göstermemiştir (o zaman 4-5 milyon Suriyeli yoktu).

İstanbul bu manada en çok zarar gören şehirlerin başında gelmektedir.

Bu güzel şehir korkunç bir yağmaya uğramış, tarihi ve tabii dokusu, dili, kültürü ve gelenekleriyle birlikte yok olmaya yüz tutmuştur.

Biz sorumluluğunu üstlendiğimiz bu şehrin kimliğini korumayı da görevlerimizden sayıyoruz…”

Alkışlanacak bu cümleleri kuran Belediye Başkanın, Başbakan ve Cumhurbaşkanı olarak sürdürdüğü 25 yıllık devri yönetiminde ne yazık ki İstanbul tanınmaz hale geldi. Adeta kimlik değiştirdi.

Şehir içinde trafiğin gerektirmesine rağmen bir tek bina dahi istimlak etmeyen AKP yönetimi, yandaşların kolay ve bol kazanması için olmadık imar durumları verdi. Dağı taşı betona gömdü.

Örneğin, deprem riskine rağmen gök delenler diktirdi. Bir mahallede 3-5 kattan fazla inşaat ruhsatı verilmezken, kanuna karşı hileyle 2-3 parsel birleştirilerek, ada bazında gökdelenlere yol verildi. Ormanların canına okuyarak ve 20-30 yıl süreli döviz bazlı garantiler vererek yol, köprü, tünel, hava alanı ve ATM inşa ettirdi.

Hem şehrin akciğerleri, hem silueti, hem iklimi yerle bir edildi.

Ne kadar üretimhane, kurum ve kuruluş varsa satılarak betona dönüştürüldü.

İşsizler ordusu büyütülürken ithalat arttırıldı. Tarım ve hayvancılık ile sanayi işçiliği yok edildi. Saman bile ithal ürünler arasına girdi!

Altı ay İstanbul’dan uzaklaşan biri, dönüşte İstanbul’u tanıyamaz oldu!

Yukarıdaki cümlelerin sahibi bile, “İstanbul’a ihanet ettik” itirafında bulundu.

Peki kitabın 158. sayfasında temenni edilen “Allah’ın Gazabı”na kim, ya da kimler uğrayacaktır?

Aynen şöyle yazılıdır kitapta: “Fatih 1453 yılında İstanbul’u alıp Ayasofya önüne geldiği zaman bir inilti işitti. Sesin geldiği tarafa bir adam gönderdi. Hali perişan bir keşiş getirdiler, huzura çıkardılar.

Niçin hapsedildin diye sordular.

Keşiş fala baktığını, -muhasara hazırlıkları sırasında Konstantin beni çağırdı. İstanbul’u Türklerin alıp almayacağını bildirmek için remil atmamı istedi. Remil, İstanbul’un Türklerin eline geçeceğini bildirdi. Bunun üzerine Konstantin kızarak beni zindana attı. Şimdi huzurunuzda bulunuyorum, demek ki falım doğru imiş- diyerek durumu hikaye etti.

Fatih Sultan da İstanbul’un kendi elinden çıkıp çıkmayacağına dair remil atmasını istedi ve “doğruyu söylersen mükafatlandıracağım dedi.

Keşiş remil attı. Ve şöyle dedi: -İstanbul Türklerin elinden harp ve darp ile çıkmayacak. Ancak öyle bir zaman gelecek ki, elinizdeki emlak ve arazi azalacak. Bu suretle İstanbul, Türk malı olmaktan çıkacak- dedi.

Bu neticeden müteessir olan Fatih, ellerini göğe kaldırarak; -İstanbul’da edindiği yerleri ecnebilere satanlar Allah’ın gazabına uğrasınlar- diye beddua etti.

Günümüz itibarıyla İstanbul, yıllardan beri satılıyor. Cumhuriyet’in tüm kazanımları satılmasına rağmen maliye, iflastan kurtarılamıyor. Dar’ül harp olmalı ki, İstanbul’ Araplardan tutun İsraillilere kadar ha bire satılıyor. Gökdelenleri geçtik; Sevda Tepesi’nden Kanal İstanbul’a kadar her arazi, israf edilecek sıcak paraya kurban ediliyor. Adeta yağma ediliyor!

Fatih Sultan, korktuğunun ocaktan türeyeceğini bilemezdi!