Söyleşi: Serpil Meriç

1980’de Muş’un Varto ilçesinde doğan Deşti Serhadyan, edebiyat dünyasına sıradan bir yoldan değil, kişisel bir yasın derinliğinden adım attı. 2004’te Frankfurt Havalimanı’nda annesiyle yaşadığı o kahve fincanı sahnesi, onun için bir kırılma noktası oldu: kaybın acısı kaleme döküldü, yazı bir teselli değil, ölümsüzlükle yapılan gizli bir anlaşmaya dönüştü. O günden bu yana Serhadyan, beş Kürtçe roman, bir Alman film senaryosu, Türkçe aforizma kitapları ve mektuplardan oluşan eserleriyle hem bireysel hem toplumsal hafızaya iz bıraktı.

Serhadyan’ın dünyasında aşk, yalnızca romantik bir duygu değil; bazen atom bombası gibi yıkıcı, bazen beyaz toprak gibi dingin bir varoluş sistemi. Onun için aşk, kişiyi hem doruğa taşıyan hem de en kırılgan hâline sürükleyen bir güç. Bu yüzden “Meyyam’a Mektuplar”, yalnızca bir kadına yazılmış bir metin değil; hem bireysel bir sevdanın hem de bir toplumun acısının kayıt defteri. Meyyam onun satırlarında bazen bir kadın, bazen bir şarap, bazen bir yara olarak beliriyor; ama her defasında hem gerçek hem sembolik bir figür.

Whatsapp Görsel 2025 08 21 Saat 11.57.52 6C657Dfe

Üslubu da tıpkı hayatı gibi çelişkilerden besleniyor: bir cümlede sokak argosu, diğerinde şiirsel bir serenat. Kimi zaman Fransız şarabı ile Diyarbakır ayranını aynı masada buluşturuyor. Mekânlar onun için sadece fon değil; İstanbul, Batman, Diyarbakır gibi şehirler yazılarında adeta ruh aynasına dönüşüyor. Zaman da öyle; annesinin gözyaşlarına denk gelen 23 Mart tarihi, hem yaşamının hem edebiyatının merkezine yerleşiyor.

Psikanalizi ve felsefeyi iç içe geçiren Serhadyan, yazılarını “kanlı yazmak” diye tanımlıyor; yani kelimeleri yalnızca anlatı değil, varoluşa saldırı ve yeniden kurma aracı olarak görüyor. Çok seslilik onda bir teknik değil, yaşanmışlıkların toplamı; her karakterin ayrı bir nefes, her satırın ayrı bir odanın yankısı olduğu bir “senfoniya.”

Bugün geldiği noktada Serhadyan, yazıyı ne bir yüzleşme ne de bir vedalaşma olarak tanımlıyor. Onun için kalem, hem taşıdığı yük hem de ayakta kalmasını sağlayan at. Yorulduğunda kırarsa yolculuk bitecek, ama yazdıkça hem kendisi hem de aşkları ölümsüzleşecek.

Deşti Serhadyan kimdir? Yazarlık yolculuğunuz nasıl başladı, sizi bu yola ne itti?

Deşti Serhadyan, 1980 yılında Muş’un Varto ilçesinde doğdu. 2004 yılında başladığı edebiyat serüveninde bugüne dek beş Kürtçe roman, bir Alman film senaryosu, iki Türkçe aforizma kitabı ve mektuplardan oluşan üç eser kaleme aldı.

Edebiyatla ilk temasım, annem ve babamla yaşadığım derin ve kişisel bir süreçle başladı. Bu ciddi ama tatlı hastalığa -yani yazarlığa- çok genç yaşta, henüz 24 yaşındayken yakalandım. O yıl, annemle babamı vizeyle yanıma getirmiştim. 2004’tü. İki hafta boyunca birlikte vakit geçirdik, çok şey paylaştık.

Sonra onları Frankfurt Havalimanı’ndan yolcularken, annem bir kafedeki kahve fincanlarını fark etti. “Burada bir kahve içelim, kabul ederlerse bana bir fincan satın al; çok güzeller” dedi. Fakat babam, yapısı gereği panik ve aceleci biriydi. Uçağa yetişemeyiz kaygısıyla, anneme ve bana o beyaz fincanlarda kahve içmeye izin vermedi.

Onları uğurladıktan sonra eve döndüm. Tüm gün, hatta ertesi günün akşamına kadar annemin uyuduğu yatağa sarıldım. Çok acı çektim. Onun yokluğu, boğucu bir şekilde içimi kapladı. En dayanılmaz olan ise birçok şeye geç kalma hissiydi.

İki gün sonra yeniden havalimanına gittim. Aynı kafeye oturdum ve garsona masaya iki kahve getirmesini söyledim. Sanki annem karşımdaymış gibi, kalemimle konuşurcasına yazmaya başladım. Ona, o kafede yaklaşık beş sayfalık bir mektup yazdım. Ardından hikâyeyi kafenin şefine anlattım ve iki kahve fincanı satın alıp eve döndüm. O fincanlar hâlâ bende. Hiç kullanmadım ve kimsenin kullanmasına da izin vermedim.

Edebiyatla tanışmam işte böyle, gerçek ve derin bir anıyla oldu. O günden sonra yazmak, benim için bir alışkanlık değil, bitmek bilmeyen bir serüvene dönüştü. Çünkü edebiyat, bir kahve fincanının içinde bile ölümsüz bir hafıza saklayabilirdi.

Deşti’nin aşkı, bir bedenden çıkıp bir “varoluş hâline” dönüşüyor. Peki bu, gerçek hayatta mümkün mü?

Elbette “varoluş hali” bilimsel olarak ölçülebilir, kanıtlanabilir bir olgu değil. Ama deneyim ve düşünsel düzeyde, aşkın yaşamın merkezi haline gelmesi, insanın varoluş biçimini kökten değiştirebilir. Aşk, yalnızca bir duygusal yönelim değil, aynı zamanda kişinin evrenle kurduğu ilişkinin yeniden yazılmasıdır.

Bu değişim çoğu zaman romantik atmosferlerde, içsel doğumlarla, bazen de sarsıcı yıkımlarla resmedilir. Ve evet, metafor düzeyinde bu kesinlikle mümkündür.

Mesela; aşk, bir kişinin yaşam amacını, kök değerlerini, geleneklerini, hatta “aşk öncesi” zamanlarında iyilik ve kötülüğe karşı geliştirdiği bütün irade biçimlerini yerinden söküp attığında, o kişi yeni bir varoluş zeminine adım atar. Artık o eski “ben” yoktur; yerine, kendi frekansını değiştirmiş, başka bir denizin kıyısına değil, okyanusun içine yürümeye karar vermiş bir benlik vardır.

Bu yürüyüş, yüksek bir kimlik hissiyatı yaratır. Ve o kimlik, çoğu zaman hem yıkıcı hem yaratıcıdır. Bir yanıyla bütün alışılmış bağları koparır, diğer yanıyla insanı kendisinin daha önce tanımadığı bir katmanına götürür. Bu, derin bir dönüşümdür; öyle ki etkileri yalnız bugünü değil, geçmişi ve geleceği de esir alabilir.

Bu sürecin bir sonraki eşiği, “ruhani gürleşme”dir. Burada, klişe kutsallıklar ve bireysel egonun kurduğu sahte tahtlar devrilir. Meditasyon, sezgisel aydınlanma, mistik deneyimler artık soyut kavramlar olmaktan çıkar; gündelik nefesin içine yerleşir. İnsan, düşünce ve ruh arasında akışkan bir varoluş hattı kurar.

Deşti tam da bu eşiğin üzerinde. Hem yazılarında hem gerçek hayatında, ruhani gürleşmenin sancılarını yaşıyor. “Serenat” serüveninden sonra, yirmi dakika boyunca aralıksız bir insanla konuşabilme yetisini kaybetti. Elde tutulur bir dostu bile kalmadı. Bu saf, neredeyse çorak yalnızlık hali; yazılarında çok sesli, fakat insansız bir evrene dönüştü. O, orada her kelimesiyle, her susuşuyla var oluyor.

Ama işte soru burada beliriyor; bu, gerçekten hakiki bir varoluş mu?

Yoksa bedensel akışı noktalamış, hayattan çekilmiş bir insanın, varlık üstü pozitif gevezelikleri mi?

Aptal adam… Deşti.

Yazı, Aşkın Yerine Geçebilir mi?

Bazen düşünüyorum; yazı, aşkın yerine geçebilir mi? Ölüm ile ölümsüzlük arasındaki o ince çizgi gibi…

Seslendirilmeyen bir aşk, kara toprağa bahşedilen en değerli insani duygudur. İki insanın kalbinde filizlenir; bir süreliğine onların dünyasını aydınlatır, belki küçük bir çevre bu ışığa tanıklık eder, sonra da sessizce toprağa gömülür. Bu, insan ruhunun en derin değerlerinden biridir; ama ömrü, yaşayanların nefesiyle sınırlıdır.

Oysa yazıya kavuşmuş bir aşk bambaşkadır. Yazıyla kayda geçirilen, kelimelerle ete kemiğe bürünen aşk; asırlara direnir, bütün ölümlere meydan okur. Artık yalnız iki kalbin sırrı olmaktan çıkar; evrenin ortak hafızasına eklenir. Ve her okunuşunda, ölümsüzlüğün tebessümünü taşır.

Ben, kısa süreli bir mutluluğun ardından toprağa gömülmeyi reddettim. Ölüm, bedenimi alsa bile, yazıya dönüşmüş yanım hayata gülümsemeye devam edecek. Çünkü yazı, insanın ölümsüzlükle yaptığı gizli anlaşmadır.

Ama burada resmettiğim bu ihtişamlı ölümsüzlüğe biraz ihanet etmek pahasına şunu da söylemek isterim: Onunla güneşin batışını izleyerek, bolca çay içmek isterdim. Belki de ölümsüzlük, yazıya değil, bazen iki insanın paylaştığı sıradan bir âna sığar.

Aşk, eserinizde hem kutsal hem de yıkıcı bir güç olarak hissediliyor. Sizin için aşk daha çok yaratıcı mı, yoksa kırılganlaştırıcı mı?

Aşk, insana bahşedilmiş en karmaşık duygudur. Bazen kutsal, bazen yıkıcı; bazen ilahi bir armağan, bazen de insanın kendi çöküşünü hazırlayan bir ateş… Onu tek bir tanımın içine hapsetmek mümkün değildir.

Benim için aşk, öncelikle bir konsantrasyon sistemidir. Olumlu anlamda sahip olduğumuz tek “arıza”… Çünkü bütün duyguları, hatta zihinsel düzeni bile gölgede bırakır ve her şeyin merkezine yerleşir. Varlığını hissettirdiği yerde kendi kurallarını koyar; aşık olanı da bu sistemin sözcüsü haline getirir. Konsantrasyonun en saf biçimini mümkün kıldığı için, aşkın doğası hedefine göre şekil alır.

Eğer aşk kırmızıya bürünürse, bir atom bombasına dönüşür! yıkıcıdır ama aynı zamanda yaratıcıdır; bütün engelleri silip kendi alanını açar. Bu alan, yaratıcılığın alfabesidir. Kırmızıya boyanmış aşk, erdemli ve kırılgan resimler yaratır. Bu da bir tür ölümsüzlüktür.

Ama aşk beyaza yönelirse, o zaman yaşanır toprak olur. Sükunet, bereket ve dinginlik getirir. Aşkın bu boyutu daha çok koruyucu ve besleyici bir kudret taşır.

Bir yazımda şöyle demiştim: “Bir insanın en büyük başarısı ve en savunmasız hali aşk ile mümkündür.” İşte tam da bu yüzden, aşk iki başlı bir akımdır. Bir başı gökyüzüne uzanır, burçları hedefler. Bu aşkın yaratıcı tarafıdır; yeni imgeler doğurur, kişiyi kendi derinlikleriyle ortaklaştırır. Bu boyutun ruhuyla yazdığı bir mektupta Deşti şöyle der:

"Ben artık Tanrı’nın arkadaşıyım. Onun kadar yalnız ve güçlü. Artık bu dünyada hiç kimse beni yenemeyecek. Kalkışan her adresi, yalnızlığımın bana verdiği kudretle, kelimelerle ezerim."

Ama aşkın diğer başı kişiyi derin bir kuyuya çeker. Bu taraf, savunmasızlığı, kırılganlığı ve yok oluşu temsil eder. Yine Deşti, başka bir mektubunda Meyyam’a seslenirken şöyle der;

"Oturdum işte. Senin arkadaşlarınla belki çekirdek çıtlattığın bir yerdir burası. Bak, kokun şu karşı taştan geliyor. Çekirdek kabuklarına baktım. Bazılarında senin dudak izlerin var ama sanki benim dudak kokum dışında başka bir insanın kokusu da geliyor. Lan Mey, gel hele öldür beni; mezarım bu çekirdek kabuğu olsun."

Bu, tam anlamıyla bir teslimiyettir. Aşka esir düşmek… Çünkü aşk, insanı hem doruğa taşır hem de derinliklere sürükler. Onunla yaratıcı olursunuz ama aynı zamanda en savunmasız hâlinizle yüzleşirsiniz.

Ve sorulmalı; aşk dışında, insana hem Tanrı’nın kudretini hem de kulun teslimiyetini aynı anda hissettirecek başka bir güç sistemi var mıdır bu dünyada?

Dilinizde hem halkın konuşma dili hem de şiirsel bir ritim var. Bu üslup bilinçli bir tercih mi, yoksa kaleminiz kendiliğinden mi o yöne akıyor?

Aslında Deşti çok doğal bir insan. Her sınıfın, her mahallenin lügatine hakim. Onun en büyük şansı, dillerle kurduğu ruhsal yakınlık ve özgür ilişki. Dil konusunda standart bir formata sığmaz; hayattaki renkliliği, yazdığı cümlelere de yansır.

O yüzden Deşti, tema neyi çağırıyorsa, içinde bulunduğu ruh hali neyi işaret ediyorsa, kendi sözlüğünü o an yeniden kurar. Bir cümleye sokak dilinin sertliğiyle “lan” diye başlayabilir; ikinci cümlesinde ise bir aşk mektubu tonuyla “Sevgili Mey” diyerek devam edebilir.

Şöyle düşünün; beyaz bir masa… Masanın üstünde hem geleneksel hayatı hem modern dünyayı sembolize eden motifler yan yana duruyor. Bir köşede Fransız şarabı, öteki köşede Diyarbakır ayranı. Deşti’nin dili tam da böyle; çelişkili gibi görünen ama yan yana geldiğinde bambaşka bir ahenk yaratan bir masa düzeni.

Eserinizdeki mekanlar ve zamanlar, karakterlerin iç dünyalarıyla nasıl bağ kuruyor?

Eserimdeki mekanlar ve zamanlar, karakterlerin iç dünyalarına açılan parlak aynalardır; onları sadece çevresel bir çerçeve olarak değil, ruhun ritmini ve duyguların yoğunluğunu yansıtan birer rezonans noktası olarak kurguladım.

Bu serenat süreci, zamanın ne kadar ritmik, duygusal ve çok katmanlı olduğunu anlamamda belirleyici oldu. Daha önceki çalışmalarımda zaman yolculuğu kavramıyla oynadım; örneğin, on iki yaşındayken annemin yanımda ilk kez ağladığı anı tekrar ziyaret ettim. Bu tür geri dönüşler, geçmişle şimdiyi birbirine dokuyarak içsel bir harita çıkarmama yardımcı oldu. İlginçtir ki, tüm çalışmalarımı yayınlamayı seçtiğim tarih de yine bu tür bir duygusal bağ taşıyordu; annemin, bir sebepten dolayı açıkça ağladığı 23 Mart. İlginç bir tesadüf olarak, iki çalışma hariç tüm eserlerim Mart ayında yayınlandı ve “Meyyam’a Mektuplar” hariç tüm Serenat kitapları da bu ayda okuyucuya ulaştı. Dahası, Meyyam’la son görüşmem de 23 Mart’ta gerçekleşmişti.

Bazen bir yerleşim bölgesinde ciğerlerinizin yettiğince şarkı söylemek, şiir okumak veya kelimelerle dans etmek istersiniz; bazen de, duygusal bağ kurduğunuz kişinin sizden önce yaşadığı yerlere karşı ani bir hayranlık hissedersiniz. Ya da hayalinizdeki kişiyle, küçük bir kasabanın sokaklarında ya da kalabalık bir şehirde, insan kokularının arasında seyahat etmeyi özlersiniz. İşte bu, mekan ve zamanın karakterin iç dünyasına dokunuşudur; hem fiziksel hem duygusal bir yolculuktur.

Deşti’nin mekan duygusu ise özellikle İstanbul, Diyarbakır ve Batman’da yoğunlaşıyordu. Mektuplarındaki manevi ifadeler, bu üç şehirde sınırlarını aşmış bir şekilde yankılanıyor ve onu neredeyse delirtecek bir yoğunluk yaratıyordu. Deşti, aşkını ve mektuplarını adadığı yerleri, sadece mekân olarak değil; geçmişi, Suzan’la yaşadığı zamanı ve içinde bulunduğu anı tek bir imgede yakalayacak biçimde birleştirdi. Dahası, Meyyam’ın doğduğu köyün minyatür halini, kırk yıl sonrasının şekliyle zamanlar arası bir tren gibi düşünerek bir vagona dönüştürdü. Bu serseri adam, böylece aşkın tarihine dair inanılmaz tablolar oluşturdu; mekan, zaman ve duyguyu tek bir ritimde buluşturdu.

Kitabın ismi neden Meyyam’a Mektuplar? Meyyam kimdir gerçek bir kişi mi, yoksa sembolik bir figür mü?

“Mey”, İran kökenli bir kelime. Türkçede “Mey” adında bir enstrüman da var. Kürtler ise şaraba “Mey” derler. Bu sözcüğün içinde hem bir ses, hem bir içki, hem de bir tutku gizlidir.

Bir bahar gecesiydi… Şiir olup yastıklara akmıştık. Gizemli ve saklı bir cenneti gezmiş, günah işlemiş, günahkarlığımızı İstanbul’un semalarına nakşetmiştik. Sonsuz yolculuğun nefeslerini orada özgürlüğe uğurlamış, her saniyesini ölümü alt edecek bir iyilik tanrısına güç olsun, diye, kurban etmiştik. Lan! Ahh!

Meyyam’la, Gezi Parkı’na bakan hayat dolu bir pencerenin boşluğunda bir kadeh şarap içmiştim o gece. O kadeh, ruhumda sonsuz ekşimsi sulara dönüştü. Ve ben, o kadehin tarih olmasını arzuladığım için, onu milyonlarca kadehe dönüştürdüm. İşte bu yüzden, “Mey” artık yalnızca bir şarap değil; hafızalarda yaşayan bir destandır.

Meyyam, bir yazarın hayal dünyasından kurgulanmış şımarık bir karakter değil. Ama evet, Mey şımarık bir kadın, tıpkı Deşti gibi. Mey, bu evrende Tanrı’nın en güzel bahçesinde açan bir lotus çiçeği. Evrah-ı Dilberleri gölgede bırakan, geceleri acılarını yastığa mırıldayan, gündüzleri nefesini beyaz masalara nakşeden bir kadın. Gördüğü her sevdayı, sevgimi bir Urfalı’ya kurban edişini, kendini öldürerek bana asla iyileşmeyecek bir yara bırakışını hatırlatan… Başını önüne eğen, ukala ama kırılgan bir sosyolog.

“Meyyam” böylece hem gerçek hem sembolik, hem şarap hem kadın, hem yitik hem ölümsüz bir varlık oldu. Onun adı bir kişiden çok daha fazlası; bir gecenin göğünde yankılanan isyan, bir masanın üstünde unutulmuş bir kadeh, bir kalpte açılmış kapanmaz yara.

Aşkınızı Yazarken Kendinizi mi, Onu mu Ölümsüzleştirmek İstediniz?

Meyyam, benim için sadece bir kadın değil; aynı zamanda acı çeken bir ülkenin çığlığıdır. Aşkın giderek bir silaha dönüştüğü, kadınların bu silahın hedefi haline geldiği günümüz Türkiye’sinde, her gün nice kadın aşk adı altında öldürülüyor. Üstelik çağımız, aşkı yalnızca iki organın buluşmasına indirgemek gibi acımasız bir sığlığa sürüklenmiş durumda. Serenat kitapları, işte tam da bu ayarsız çağın ortasında, bir kadının nasıl sevilmesi gerektiğinin resimlerini çizmeye çalışıyor.

Meyyam da çok acı çekmiş bir kadındı. Onu yazarken ilk içgüdüm, acısındaki suskunluğu ve sakinliği dile getirmek, bu sessiz çığlığı kalıcı kılmaktı. Belki de bu yüzden yazdığım her satır, onun için bir ölümsüzlük girişimiydi. Ama sonra fark ettim ki, aslında ben de onun sayesinde ölümsüzleşiyordum. Bana açtığı o derin yara, bende kapanmayan bir iz bıraktı.

Meyyam’ın bana hediye ettiği yara, yalnızca ikimizin bildiği bir sır olarak kaldı. Onun ayrıntılarını, fiziksel olarak yaşadığımız sürece sadece biz bileceğiz. Ama yazıyla birlikte o yara, hem bana hem ona ait olmaktan çıktı; evrenin ortak hafızasına karıştı.

Şimdi dönüp baktığımda sorunun yanıtı çok açık; yazarken hem onu ölümsüzleştirdim hem de kendimi. Çünkü aşkın gerçek kudreti, iki bedeni değil, iki varoluşu ölümsüzleştirebilmesinde saklıdır.

Eserlerinizde psikanalizden ve felsefeden izler görülüyor. Hangi düşünürler veya teoriler size ilham verdi?

Bizler, bu alanın mirasıyla şekillenmiş kusurlu varlıklarız. Başka bir deyişle, insanlığın lokal/yerel beyin yapılarını sarsabilecek daha derin, düşündürücü ve eleştirel bir dünya yaratmak için kalemlerindn mürekkebi yalayan kusurlu delileriz veya öyle olmalıyız.

Bu bağlamda, bu alandaki miraslardan düzeyli etkilenmek normal ama bir alıntı kültürünün gölgesinde yazmanın, yazarın gerçek temellerini keşfetmeyi engellediğine inanıyorum. Söylenenler zaten söylenmiş olarak kabul etmeliyiz ve kendi dünyamızı, kendi bakış açımızı yaratmak için ne söylememiz gerektiğini kendimize sormalıyız.

Kısacası, bu açıdan ben annemin şımarık oğluyum.

Kitaplarınız, derinden seven ama aynı zamanda affetmenin ve helalleşmenin imkansız olduğu izlenimini veren bir adamı tasvir ediyor.

Peki, Meyyam bir gün bu kitapları sahiplenecek mi? Meyyam ve Deşti’yi bir daha aynı karede görebilecek miyiz?

Meyyam’ın zamana ihtiyacı var. Kabul edip etmemesi elbette onun tercihi. Yine de estetik duygusunu kaybetmemiş her kadının bu kitaplara yakınlık duyacağından ve bir noktada onları sahipleneceğinden eminim.

İkinci sorunun cevabı ise çok daha zor. Artık biliyoruz ki Deşti ve Meyyam ölümsüzleştiler; kelimelerin, sayfaların, hatıraların içinde yaşamaya devam ediyorlar. Ama gerçek hayatta, bir bahar akşamının serinliğinde aynı masada oturup kahve içebilirler mi? Bunun cevabını kimse veremez. Yalnız şunu biliyorum; Deşti, Meyyam’ın akrabalarından birine bir keresinde şöyle demişti;

“Ona melodik bir hayat diliyorum; ama gerekirse, hayatını paylaşacağı adamın yatağından alırım.”

Deşti’nin böyle, biraz Orta Doğulu, biraz da eylemci huyları yok değil.

Bir diğer sorunuza da cevap vereyim; kırık bir kalp, kırıldığı yeri affeder mi? Bilmiyorum. Ama geçenlerde Deşti, içindeki İyilik Tanrısı’yla bir oturum gerçekleştirdi. Ve ondan şu ricada bulundu;

Sevgili İyilik Tanrısı, ikimizin fiziksel ölümünden sonra, özellikle bir yılın 18 Mart’ını bizim için özel bir gün olarak ayarla. Karşılaşmamız bir beyaz masada olsun.

O masada Meyyam’a şöyle söylemek isterim; Sevgili Meyyam,

12 Ağustos 2025’te Mersin’deki Urfalı Cafe’nin sahibi bayrağı tam anlamıyla tespit ettiğimi biliyorum. Ama sana daha önce verdiğim ‘Seni acıtan ben olmayacağım’ sözümü çiğneyemediğimden dolayı o bayrağı yere indirmedim. Eğer sözümü bozup o bayrağı indirseydim, üç farklı bayrak arasında bir savaş çıkardı. Bu ise sana zarar vererek ilk kez sana ihanet etmem anlamına gelirdi. Ben sana ihanet etmedim. Bu yüzden kalbim ve şahsiyetim karşısında son derece rahatım.

Tabii, Deşti’nin İyilik Tanrısı’yla yaptığı bu istişarenin bir helalleşme mi yoksa sadece içsel bir arınma mı olduğu hâlâ meçhul. Belki de asıl mesele, affetmek ya da helalleşmek değil; kırık kalbin içinde hâlâ yanmaya devam eden o ateşi söndürmeden, onunla birlikte yaşamayı öğrenmektir.

“Meyyam’a Mektuplar”ın fikri zihninizde nasıl doğdu?

Bu, çok acı bir anıya dayanıyor. Deşti, Suzan’la son görüşmesinde, annesinin vasiyet olarak bıraktığı beyaz leçeği ona hediye etmeyi düşünüyordu. O an, içsel bir veda yolculuğuna çıkacaktı. Tam çantasından beyaz leçeği çıkaracakken, Meyyam’ın sesi duyuldu;

“Bana kitap mı getirdin?”

O, Deşti’nin ona yazdığı kitaplardan bahsediyordu. Ve tam o anda, Deşti’nin içindeki sevda denizi birden okyanusa dönüştü. Deşti o anı şöyle anlatıyor;

“Ve o an onun bir arınma yaşayarak, içinde çok sevilememiş, şiddete uğramış, azar işitmiş küçük kıza sarıldığını hissettim. İçten içe ağladığını gördüm. Normalde böylesi durumlarda ortalığı velveleye veririm, sevdiklerime sarılır, en azından saçlarına dokunurum. Ama o an bu özelliğimi içime gömdüm. Ve sevdiği kadına sarılmayan bir aşığın portresini çizdim. Bu, kendime karşı son derece zalimce bir tutumdu.”

Sonrasında Deşti, en yakın arkadaşı Duvar’a bu konuyla ilgili şunları söyledi;

“Cümleler yoluyla onunla kıldığım ruhsal nikah, bütün kapıları vedalara kapalı kılmıştı.”

“Meyyam’a Mektuplar” işte bu süreçten sonra, kurulmuş saatlerini bozguna uğratarak Deşti’nin ruhunu hamile bıraktı. Sonra o ruh, Meyyam’ı doğurdu.

Meyyam

Deşti hâlâ kendine soruyor;

“Ben yüce divanlar için aşkın işçiliğini mi yaptım, yoksa nesilden nesile aktarılacak ölümsüz nefesler mi doğurdum?”

Bilmiyorum, diyor. Bildiğim tek şey, artık bir ağacın gölgesinde uzanarak, mavi bir nehrin akışını ve melodisini dinleyip yorgunluğumu yenmek istiyorum.

Bize tek bir mekan ve iç ses anı verin; hangi şehirde hangi cümleyi yazarken karakteriniz sizden kopup kendi iradesini aldı?

Mersin’deydim. Sahil yolunda Akdeniz’i izliyordum. O an bilmiyordum ama sonradan öğrendim ki Meyyam, bulunduğum yerin yalnızca bir kilometre ötesinde kendi hikayesini sürdürüyormuş. Deniz, dalgalarını birbirine sararak adeta sevişircesine kıyıya vuruyordu. İçimde derin bir öfke, derin bir itiraz vardı; dünyaya, insana, bana dayatılmış her şeye karşı bir başkaldırı.

Ama tam o sırada kalbimin çiçeklendiğini hissettim. Merhamet duygum, içimdeki tüm negatif kanalları susturup esir aldı. Ve içimden melodik bir ses yükseldi; “Seni acıtan ben olmayacağım.”

O cümleyle birlikte Deşti, artık insanüstü ve sonsuz bir sığınağa doğru yürüdü. Bu, onun için inanılmaz bir özgürlüktü; benim içinse karakterimin benden kopup kendi iradesini kazandığı ilk andı.

Psikoloji ve edebiyat sizin dünyanızda nasıl kesişiyor?

Kısaca söylemek gerekirse, psikoloji ve edebiyat benim dünyamın iki temel direği. Bir yumurtanın içinde birbirine dokunan iki renk gibi düşünün; aynı bütünün ayrılmaz parçaları ama ayrı ayrı sembolik alanları var.

Psikoloji, karakterlerin davranışlarını görünür kılmak için bir tren gibi işler; her vagon farklı bir asabiyet taşır ve her vagonun kendi zihni vardır. Bu zihinlerdeki bloklaşmalar, beraberinde gelen evcilleşme ya da törpülenmiş arzular, estetizmi köreltip davranışları cüceleştirebilir. İşte ben bu tabloya “kanlı yazmak” diyorum; kelimeleri eskinin beynine bir tür saldırı gibi yerleştirerek, kurulu saatlerin tekdüzeliğine karşı zamanla yarışma öğretisini kazandırmak. Bu çaba, aynı zamanda felsefi bir lugatın da temellerini atar.

Edebiyat ise, bu psikolojik katmanları alır ve yazara olağanüstü süreçleri estetik atmosferlere dönüştürme zemini sunar. Eğer yazar ya da karakter yeterince donanımlıysa, bu süreç yalnızca bir yazı olmaktan çıkar, ölümsüz edebi karelere dönüşür.

Deşti Serhedyan’ın en büyük deliliği de işte burada belirir; bu iki rengi kendi nefesiyle sentezlemesi, yani psikolojiyi edebiyatın estetik evreninde eritip yeniden üflemesi.

Bu çok sesli yapı, yazar olarak sizin kendi iç seslerinizi de yansıtıyor mu? Yaratım sürecinde bu farklı sesleri nasıl yönettiniz?

Deşti çok odalı bir insan. Reel ve hayali dünyayı sentezleme konusunda doğal yetenekleri olan ama bu yüzden Tanrı tarafından cezalandırılmış bir budala! Ben de yazım sürecinde onun birçok odasını tanıma fırsatına eriştim.

Her bir odasının kendine has bir sesi, bir dili, bir ezgisi, lineer ruhlu bir sözlüğü ve kendi özgürlüğü var. Dilya Zalar romanını yazarken, henüz otuz yaşlarımdaydım. O romanı kırk sekiz karakterle, kırk sekiz ses üzerinden kurmuştum. Çok seslilik yalnızca doğal bir yeteneğin sonucu değil elbette. Çünkü rüzgârın olmadığı yerde ağaç yaprakları sallanır mı? Eğer yapraklar dans ediyorsa, mutlaka rüzgârın tatlı istilasına maruz kalmışlardır. Ve her yaprağın sallanış biçimi, hatta orgazm olduğunda çıkardığı ses bile farklıdır.

Buradan yola çıkarak söyleyebilirim ki; çok seslilik, yaşanmışlıkların, kırık zamanların ve dünyayla sevişme arzusunun bir toplamıdır. O efsunlu çok odalı evin pencerelerinden evrene taşan melodilerin toplamı…

Bir başka deyişle; senfoniya.

Traylay, traylay, traylay.

Aptal serseri adam!

Onu farklı isimlerle yaşatmak bir tür korunma mı, yoksa özgürleşme mi?

Aslında buna özgürleştirme diyebiliriz. Farklı isimlerle başlayan her yolculuk, kendi içinde otonom ve özgünlük barındırır. Ve bu özgünlüğün başka bir boyutu da şudur; yaşadığı toplumun duvarlarına karşı türkü söyleyebilmesi için, tek bir kişiye birden çok mevzi bahşetmektir.

Seslendirdiğimiz her isim, bize özgüven olgusunu bahşeder. Bir insanın birçok farklı şarkıyla sevilmesi, ayrı ve kalabalık bir hakimiyet sistemi oluşturur; oysa tek bir isimle anılması, toplumun koyduğu sınırlarda ezik bir hayatı temsil eder.

Çevresinde yeterince değer görmemiş Suzan, Paris’in sokaklarında, Londra’nın puslu caddelerinde ve İstanbul’un kalabalık semalarında sevilen bir kadına dönüşür. Bu kadının adı ise Petra’dır. Petra, yalnızca bir isim değil; bir kimlik, bir özgürlük alanı, toplumun sınırlarını aşan bir varoluşun sembolüdür.

Meyyam sizin zihninizde hep aynı yüzle mi var, yoksa her isimde başka bir siluete mi bürünüyor?

Meyyam, doğduğum yer ve öldüğüm saatle eş zamanlı bir varlık; bana beyaz kefeni bahşederek, insan üstü bir divanda tek başıma nefes almamı sağladı. O nefes, yalnızca varoluşumun değil, ruhumun da tek başına yükseldiği bir melodiydi.

Bindiği at ben değilim; ama atını sürdüğünde, bedensel kıvrımlarını harekete geçiren o ruh, ve o ruhu müzikal kılan güç, benimle birleşiyor. Her hareketi, her nefesi bir nota, her duruşu bir ezgiye dönüşüyor. Meyyam, her isimde başka bir siluete bürünse de, onun özü hep aynı ritimde, benim içimde çarpıyor.

Onun yüzü tek bir surette sabit değil; her isim, her mekân ve her an, ona yeni bir şekil, yeni bir gölge, yeni bir ses katıyor. Ama o, her halükarda, bana kendimi keşfetme ve özgürce nefes alma imkanı tanıyan bir aynadır.

Kitabınızda parçalı, çok sesli bir anlatı var. Bu kırık yapıyı estetik bir tercih olarak mı kurguladınız, yoksa “bütün anlatılar zaten kırık” diyen bir iddianız mı var?

Bu soruyu Deşti üzerinden cevaplayabilirim.

Deşti, sahip olduğu odalardaki yaşanmış acıları, hüzünleri ve yaşam boyu edindiği tecrübeleri, varoluşunu betimleyerek sundu. Son beş eserinde ise Deşti, bir karakterin çoğul renklere bürünmesi gerçeğini barındırıyor. Bu, Deşti’nin Sezya’ya olan yoğun duygusunun “doğum” yapmasıyla oluşan dünyaların ve bu dünyaların dışavurumunun bir yansımasıdır.

Düşünün; aynı karakter, aynı dünya, beş farklı kitap; milyonlarca cümle… Peki, hangi kurgu bu karakterler üzerinden hem derin bir iç yolculuk yaratabilir hem de edebiyat dünyasına taze bir nefes kazandırabilir?

Deşti, kurgunun tamamında kendini yaşamayı seçti. Acılarına, hüzünlerine, sevgilerine ve çılgınlıklarına arkadaş oldu. Kendi yarattığı birden çok resimde kendini buldu, yalnızlığına sahip çıktı ve imkansız olan sevgisini çoğul isimler ve karakterler aracılığıyla paylaştı. Böylece edebiyat dünyasına yeni bir ruh bahşetti.

Çünkü kurgu dediğimiz şey, imkansızı hayal etmek ve var olmayanı istemektir. Deşti de yaşadığı büyük sevgiyi bir karakterde parselleyerek ve sonra farklı özel karakterlere büründürerek dile getirdi. Parçalı, çok sesli anlatı işte bu yüzden bir estetik tercih olmanın ötesinde, yaşamın ve duygunun kendisini yansıtan bir formdur.

Sezya

Bir sahneyi yazarken “yüceltme” ile “yakma” arasında nasıl bir karar veriyorsunuz?

Aşkın iki yüzünden söz ettik; insanın içinde yaşayan iyilik ve kötülük tanrısı gibi. Bu iki yüzü dengelemek, yönlendirmek belki de yazarlığın en zor sınavıdır. Dengeyi bulamayanlar, sevdiklerine karşı duydukları en masum hislerin katili olurlar. Dengeyi koruyamayanlar ise bir yüzü diğerine feda eder; yücelttikleri bir esinti bir dakika sonra kontrolsüz bir fırtınaya dönüşür ve bütün ağaçların yapraklarını savurur.

Serenat serisinde fark edeceğiniz üzere, “yüceltme” ile “yakma” her zaman birbirine paralel hareket etti. Ama ben her defasında yüceliği bir adım önde tuttum. Bu tercihim bana ağır bedeller ödetti; kolay değildi.

Evet, biz yazarlar karakterlerimizi duygularımızdan ayrı bir düzlemde kurgulamalı, onlara bizden bağımsız bir alan açmalıyız. Fakat bu serüvende işler farklıydı. Çünkü ben yalnızca anlatıcı değil, aynı zamanda hikayenin içindeki karakterlerden biriydim. Ve ben de insandım. Yıkımın derinleşmesini önlemek için duvarlarla uzun sohbetler ettim; çantamda dokuz yüz on beş gün boyunca iki elma taşıdım, çürüdüler, kurudular. İki yılda otuz kez Türkiye’ye seyahat ettim; havaalanlarında sabahladım. Bütün bunlar, içimdeki acıya yenik düşmemek, yıkımı lokalize edebilmek içindi.

Sanırım başardım da. Aksi takdirde, yıldızlarla sevişebilecek düzeyde milyonlarca cümle yazılamazdı.

Sizce edebiyat, büyük aşklara ölümsüzlük kazandırabilir mi?

Elbette. Edebiyat olmasaydı kimse Milena’yı tanımazdı. Milena’nın çağında milyonlarca kadın yaşadı; ama biz onları bilmiyoruz. Kuşkusuz içlerinden aşkın şarabını içmiş, delice sevilmiş ya da birini büyük bir aşkla sevmiş olanlar vardı. Fakat yazılmadıkları için, onların aşkları yalnızca yerel düzeyde anıldı; sonra toprak oldular, sessizce unutuldular.

Oysa mitolojik aşk hikayelerinden bugüne kadar ulaşan sayısız örnek, sözlü ve yazılı edebiyatın bize bıraktığı mirastır. Eğer bu format olmasaydı, ölümsüz aşkı asla bilemeyecektik; Orpheus’un Eurydike için indiği yeraltından, Dante’nin Beatrice’e duyduğu aşktan, hatta Kafka’nın Milena’ya yazdığı mektuplardan haberdar olamayacaktık.

Bu bağlamda, Meyyam ile Deşti’nin aşkı da bugün hayat dediğimiz uzun yolculuğun bir vagonuna sahipse, bu edebiyatın bereketli ve ölümsüz doğasından kaynaklanmaktadır. Çünkü edebiyat, zamanın unutturma gücüne karşı aşka bir hafıza, sevgililere bir sığınak armağan eder.

Yazmak sizin için bir yüzleşme mi, yoksa vedalaşmanın bir yolu mu?

Benim için yazmak, ne tam bir yüzleşme ne de tam bir vedalaşmadır. Çünkü sevdiklerime kolayca veda edebilen biri değilim. Hayatta bazı yolculuklar yarım kalıyor; insanın elinden kayıp gidiyor. Ama bu yolculuklar bana güzellikler sunmuşsa, onları yarıda bırakılmış diye değersiz kılamam. Bana dokundukları yere kadar benimdirler ve o güzelliklere kapıları kapatmak, kendi ellerimle kendimi yoksullaştırmak olurdu.

Yazdıklarım bu yüzden, yokluklarında bile kapılarını açık tuttuğum sevdiklerimle yaptığım sessiz sohbetlerdir. Kağıt, bir masa başı değildir yalnızca; bazen bir oturma odası, bazen bir bahçe, bazen de bir mezar taşıdır. Orada konuşur, orada dinlerim.

Öldüğüm gün, sevdiklerim de benimle birlikte toprağa gömülecek belki. Ama bir ayrıntı var; biz toprağa karışsak da bize ait meyveler, yani ruhla örülmüş cümleler, yaşamaya devam edecek. Divanlarda, raflarda, belki bir tek insanın hafızasında… Her ruhla yoğrulmuş cümle bir meyvedir; mevsimi geçse bile, kurusa bile, ardında kalıcı bir tat bırakır.

Elbette kendime kızdığım anlar da çok oldu. Benim yüzleşmelerim, çoğu kez insana değil, cansız şeylere yöneldi. Şarap kadehleriyle, duvarlarla, kendi yalnızlığımın gölgesiyle mahkemeler kurdum. Kendimi kazıklara vurdum; bazen gereğinden fazla yeşerttiğim toprakların çölleşmesi ya da aslında özünde hep çöl olduklarını fark etmek, canımı en derin yerinden acıttı.

Ama yine de, bu hayatta çoğunlukla sevgiyi yayan ve sevgiden varlık bulan biri olduğum için kendimi büyük bir aptallığın kucağına teslim etmedim. Yalnızca kendimi kanattım, kendimi sorguladım. Başkalarının duygularıyla oynamadım. Ama yine de, eğer Tanrı’nın cehenneminde yanacak biri varsa, onu ilk hak edenin ben olduğumu düşünmekten kendimi alıkoyamıyorum.

Özellikle Kürt kültürü, şehirler ve yolculuklar hikayenize nasıl yön veriyor?

Kürt şehirleri benim için artık acının adresleridir. En azından şimdilik. Meyyam’ı en çok Batman ve Diyarbakır’da yaşardım kendi iç dünyamda. Ruhumun divanını bu iki şehirde kurar, şehrin taşlarına ve insanlarına diz çöktürürdüm. Divanım, dengbejlerin kilamlarıyla, yüzü dövmeli yaşlı kadınların sözlü metinleriyle dolup taşardı; onlar ikimizi burçlara taşıyan gizli şarkılar söylerlerdi bir zaman.

Meyyam kendini öldürdükten sonra, o iki şehrin yabancısı, dahası turisti oldum. Artık her şey bana yabancıydı; onun yokluğunda kentler bile dillerini değiştirmişti. Kalabalıkların arasında dolaşsam da hiçbir yüz bana dokunmuyordu.

Ama bir keresinde, onunla yıllar önce hayalini kurduğumuz bir seansı Batman’da gerçekleştirdim. Ahmet Paşa Konağı adında eski bir kahve vardı; Mey bazen oraya uğrardı. 2024’te o mekana gittim. Bahçede bir masaya oturdum ve garsondan iki fincan kahve getirmesini rica ettim. Genç kadın şaşkınlıkla yüzüme baktı. Ben, masa ve iki boşluk arasında tüten kahveler…

Çok geçmeden mekanın sahibi geldi. Adı Ahmed’ti. Lügatı zarif, kelimeleri ağırdı. Onu Mey’in anlatılarından gıyaben tanıyordum. Selamlaştık. Masadaki manzaraya, iki fincan kahvenin suskunluğuna baktı, gözleriyle yokladı;

“Bu sadece bir fantezi olamaz,” dedi.

“Fırtınalı bir sürecin sonucu diyelim,” dedim.

Başını salladı, dudaklarında yarım bir gülümseme belirdi;

“Sen, bütün rotaları bacak arasına akan aşklardan çok öteye taşımışsın.”

“Evet,” dedim.

“Bir gün heykelin dikilecek" dedi sessizce.

O andan sonra ben, Kürt şehirlerinde Kürtçe bilen bir İtalyan gibi hissetmeye başladım. Hem içeriden hem dışarıdan; yabancılıkla aidiyetin arasında sıkışmış, bir göçmen gibi. Çünkü kaybolan yalnızca bir kadın değildi; kaybolan, şehirlerin bana sunduğu bütün dillerdi.

Meyyam'a Mektuplar'ı tek bir cümlede özetlemeniz gerekirse, ne derdiniz?

-Meyyam’a Mektuplar'ı tek cümlede özetleyecek olsam; cehennemin bütün katlarında yanmış bir ruh olarak, cennetin vaat edilen huzurunu reddediyor, kendi kalbimin günahına sadık kalıyor ve vurulup ruhumun çorak arazisine gömülmeyi diliyorum.

Bundan sonra edebiyatta hangi yöne gitmeyi planlıyorsunuz?

Bundan sonra edebiyatta hangi yöne gideceğimi soruyorsunuz. Bu soruya cevabım, geçen gece beyaz ve az sinirli atıma fısıldadığım sözlerde saklı: “Eğer yorulursan, katilin olacağım.”

Çünkü edebiyat benim için hem bir yolculuk hem de bir yük. Onu taşımak kadar, bazen onun altında ezilmek de mümkün. At, yolun yoldaşıdır; yazar içinse kalem. Yorulduğunda atını öldürürsen, bir daha asla gidemezsin. Yorulduğunda kalemini kırarsın/öldürürsen, bir daha asla yazamazsın.

Ben, bu ikilemin tam ortasında yürüyorum. Bir yandan kelimelerim beni taşıyor, diğer yandan onları yaşatmak için kendi hayatımdan parçalar veriyorum. Belki de edebiyatta gideceğim yön, tam da bu çelişkinin içinde gizli; yazarken hem yaşamak hem de ölmek.