Bugün 14 Mart Tıp Bayramı. Ömrünü insanların sağlığına adamış tüm doktorlarımızın günü kutlu olsun, bu hafta ki yazım da zaten hep gündemde olan hekimlerimizin ilişkin olsun dedim.

Erdoğan’ın 8 Mart’da kadın muhtarlara seslenirken özetle “Bu hastaneleri inşa eden biziz, doktorları okutan bu devlet değil mi? Şimdi devlet az para veriyormuş. Varsın gidiyorlarsa gitsinler” dedi. Sosyal medya çalkalandı, 'gidecekolandoktorlardeğil' heştekli yoğun itirazlar dile getirildi, “Devlet hastaneleri, üniversiteler boşalmasın, bir ameliyat için evinizi arabanızı satıp özel hastanelere vermeyin diye gitmiyoruz” diyen doktorlar oldu.

Aslında biliyoruz ki mesele sadece doktorlar ile ilgili değildir. İktidarın bu ülkede kendisini medeni dünyanın parçası gören, zihinleri ve vicdanları hala bağımsız tüm ‘okumuşlara’ duyduğu hazımsızlık ve öfke bilinmektedir. Bu öfkelerinin en önemli sebebi; dik duran bu kesimleri, popülist siyasetlerinin önünde engel olarak görmelerindendir. 

Son yıllarda dünyada yayılan, literatürde “siyasal popülizm” olarak tanımlanan bu yönetim anlayışını daha iyi anlamak yararlı olacaktır.

YÜKSELEN POPÜLİZM VE POPÜLİST LİDERLER
Popülizm genel olarak, tüm halkın yararına olmayan “halk yağcılığı” olarak tanımlanır. Popülist liderler halkın çıkarlarının devlet desteğindeki “yozlaşmış seçkin bir tabaka” tarafından engellendiğini söylerler. Memnuniyetsiz alt-orta sosyal kesimler için çok cezbedici bu siyasal söylem ile iktidara gelirler. 
“Örgütlenmiş cehalet” kutsanır ve desteklenir, ayrıcalıklı olacaklarına inandırılırlar. Bu şekilde duyguları manipüle edilen kalabalıklar seçim zamanı geldiğinde önlerine konan kişilere ve listelere oylarını verir hale getirilirler. 

Belirli bir ideolojiye dayanmayan popülizm söylemlerini sağ, sol, milliyetçi ve/veya dinsel argümanlara dayandırabilir. İktidara geldiklerinde ülkenin zenginleşmesi ve kalkınması için mucizeler üretme becerileri yoktur. Ancak kendilerini iktidara taşıyan sosyal kesimleri görece ve dönemsel mutlu edecek politik tercihlerde bulunurlar. Popülizmin dünyada sorunları giderdiği görülmez, hatta yoksulluk daha da artarak kalıcılaşır. Popülist liderler tekrar seçilebilmek için (kendilerinin kurumsallaştırdığı) yoksulluğu sadece yönetirler.

Kullandıkları söylemler ayırımcılıklara dayanır, kendilerini desteklemeyenlerin beklentilerini yok sayarlar. Popülizmin karşıtı ‘seçkincilik’ (elitizm) olarak tanımlanıyor. Popülist lideriler ‘seçkin’ kabul edilen kişi ve gruplara hem kişisel hem de kurumsal düzeyde düşmanlıktan beslenirler. 
AKP Popülizmi
Ülkemizi yirmi yıldır yöneten iktidar anlayışına göre de ülkemizde bir tarafta ‘hep hor görülmüş gerçek halk’ var, diğer tarafta ise ‘bugüne kadar ülkenin hep kaymağını yemiş seçkinler (elitler)’ var. Erdoğan ülkeyi keskince ayrıştıran “seçkinler ile millet” argümanını etkin şekilde kullandı. Hatta “Çankaya, Kadıköy, Beşiktaş ve Şişli’de Türkiye’nin kaymağını yiyen ve ülke yansa umurlarında olmayan bir kitle yaşıyor” sözleri ile bu ayırımı somutlaştırdı. 

The Guardian gazetesinin yaklaşık 140 dünya liderinin konuşmalarıyla ilgili 2019’da yayınladığı araştırmaya göre, popülist retorik kullanan liderler sıralamasında Venezüella, Bolivya ve Türkiye ilk üç sırada yer aldı. 

AKP’nin tarihsel bakışına ve siyasal popülizm anlayışına göre ülkemizdeki üç önemli kurum ‘seçkinlerin (elitlerin)’ kontrolüne girmiş durumdaydı. Osmanlı’nın yıkılmasının sebebi olarak da gördükleri bu üç temel kurumdan hiç hazzetmediler. Bunlar; hem Osmanlı’nın son dönemlerinde hem de Cumhuriyetin kuruluşundan sonra etkin olan ‘Mülkiye, Harbiye ve Tıbbiye’ kurumlarıydı. İktidara ilk geldiklerinden itibaren bu önemli kurumların mensuplarının devletteki statülerini ve toplumdaki itibarlarını sarsmaya çalıştılar. Bunları kısaca hatırlayalım.

MÜLKİYE
Osmanlı dönemini ve sonrasında hem üst düzey sivil kamu görevlileri sınıfına, hem de bu sınıfa görevli yetiştiren başlıca eğitim kurumu olan Mekteb-i Mülkiye okuluna kısaca “Mülkiye” denilirdi. Batı tipi aydın ve kamu yöneticisi yetiştiren Mülkiye öğrencileri çoğunlukla dünyayı medeni çerçeveden takip eden ve batı edebiyatı okuyan entelektüellerdi. İyi konuştukları yabancı lisan olan Fransızca ile birbirlerine ‘arkadaşım’ ya da ‘azizim’ manasına gelen “monşer” diye hitap ederlerdi. ‘Mektepli’ olmayan ‘alaylı’ bazı kamu idarecileri ile bir kesim halk bu seçkinlere hasis duygularla karışık mesafe duyarlardı.

AKP’nin sosyo-kültürel ve siyasal alt yapısını Cumhuriyet ve laiklik karşıtı İslamcı dünya görüşleri oluşturduğundan, ‘batı tipi seküler aydın’ tipolojisine hep mesafeli oldular. İktidara geldiklerinde dünya görüşlerini ve klasik siyasal popülist yönetim anlayışlarını ortaya koydular. Devlet kadrolarındaki “monşerler” olarak gördükleri birikimli bazı yöneticileri öncelikle dışladılar. Erdoğan’ın “bizim yaptıklarımızı bu monşer eskileri anlayamazlar” diyerek halk nezdindeki itibarlarını sarstıkları bir çok idareciyi (özellikle ’hariciye’de) etkisizleştirdiler. Onların yerlerini ise donanımları ve kültürel derinlikleri düşük, en önemli vasıfları ülke ve dünya algıları kendilerine uygun olan bürokratlar ile doldurdular. Sonuç ortada; hem içeride hem de uluslararası ilişkilerde ülkemiz en sıkıntılı dönemlerini yaşadı, çevremizde ve dünyada neredeyse dost ülke bırakmadık.

HARBİYE
Cumhuriyet’in diğer seçkin kurumu olan “Harbiye”nin AKP iktidarları sonrasında başına gelenler malum! İktidar-cemaat işbirliğinin kadim olduğu yıllarda Ergenekon, Balyoz, Casusluk gibi davalarla ülkenin bu en önemli kurumu tarihinde hiç olmadığı kadar yıpratıldı. En iyi yetişmiş komutanları bu kumpas davaları ile yıllarca hapislere attılar, cemaatçi subayların önü iyice açıldı, hızla yükseltildiler.

Bu kumpas davaları çöktükten sonra da tamamen siyasileşmiş YAŞ Kurulu kararları ile en liyakatli komutanları emekliye sevk edip, en önemli vasfı iktidarla uyumlu çalışmak olan komutanları hızla yükseltiler. Harp okulları ve diğer askeri okullara, başında siyasetin atadığı mülki amirler ile SADAT gibi siyasal İslamcı kuruluş temsilcilerinin olduğu komisyonlarda yarının asker ve subayları seçildi. Sonuçta; Atatürk Cumhuriyetinin silahlı Kuvvetlerden, siyasete bulaşmış, cüppeli, sarıklı, İslamcı ideolojiye yatkın paşalardan bahsedildiği döneme geldik.

TIBBİYE
Diğer önemli kurum olan “Tıbbiye”nin de AKP’nin popülist politikalarından payını almaması mümkün müydü? AKP iktidarlarının ilk yıllarından itibaren hastayı ‘müşteri’ olarak gören, halk sağlığını piyasacı düzene emanet eden sağlık politikaları ısrarla uygulandı. Sağlık alanındaki popülist anlayışın en açıktan yansıması, torunlarımızın dahi bugünden borçlandırılması ile yapılan devasa Şehir Hastaneleri oldu. Bu büyük ve modern hastanelerde çok sıra beklemeden muayene olmak, ilk yıllarda halka çok cazip geldi. AKP seçimlerde bu hastanelerin ‘ekmeğini’ çok yedi! Ancak gelirleri giderlerini karşılamayan, bu yüzden genel bütçeden aldıkları ‘garanti ödemeleri’ ile dönmeye çalışan bu büyük hastaneler artık sorun üretemeye başladı. En önemli giderlerinden olan personel özlük haklarını kısıtlayarak maliyetleri düşürmeye çalıştılar. 
Sonuçta; tüm yükü çalışanlara bindirilen ve hizmet üretim kapasiteleri düşen hastanelerde hasta ve yakınlarının itirazları yükseldi. Halk gözünde saygınlıkları, itibarları popülist siyaset eliyle zedelenen doktorlar ve sağlık çalışanları, kötü sağlık politikalarının sorumluları gibi algılatıldı. Halkla en çok iç içe olan ve yüz yüze hizmet veren sağlıkçılar toplumun ataerkil, baskıcı ve şiddete yatkın yüzü ile baş başa bırakıldılar. 

Bir sokak röportajında Erdoğan'a oy verdiğini söyleyen bir vatandaş " En büyük zenginliğimiz hastanelerimiz. Hastanedeki görevliyi bile dövüyorlar şu anda, öyle baskı yapıyoruz yani" diyebilir oldu. Vatandaşın bu ‘samimi’ dışa vurumu, yapılmak istenen popülist dönüşümün önemli ölçüde ‘sonuca’ ulaştığının açık bir göstergesi olabilir miydi acaba?

TOPLUMLAR DESTEKLEDİKLERİ KÖTÜLÜKLERDEN MUAF OLAMIYOR
Popülist siyaseti ölçüsüz uygulamaya geçirirken iktidarın hesaba katamadığı sonuçlar da zaman içinde görünür olmaya başladı. Bu kaba popülizm sonuçta kaçınılmaz olarak halka da zarar vermeye başladı. 

Çalışma koşulları çok ağırlaşan, sistematik mobinge ve şiddete maruz kalan ve hizmetlerinin karşılığını alamayan doktorların sesleri yükseldi. İyi yetişmiş branş doktorları istifaya ve yurt dışına ‘kapağı atmaya’ başladılar. Sonuçta hastaların hastanelerden haftalarca, aylarca randevu alamadığı, sistemin neredeyse tıkanması noktasına gelindi. Böylece popülizmin beklenen acı sonuçları hem halka hem de siyasete dokunmaya başladı.

İktidar uzun yıllardır her ne yapıyorsa; sorunları çözmek öncelikli değil, sadece iktidarının devamını sağlamak amacıyla yapıyor. Bir yerde bir böylesi bir popülizm varsa, bunun inşasına katkı veren, güçlenmesini sağlayan “gönüllü kulluk” düzeneklerinin olduğu da çok açıktır. Dolayısıyla hiçbir lider veya etkili karakter gökten zembille inmiyor, toplumdan bağımsız bir biçimde gelişip yükselmiyor. 

Liderlerinin yarattığı ve gitgide kötüleşen koşullardan, onu cansiperane destekleyenler de paylarını sonuçta bir şekilde alıyorlar. 

Bazen soğukta ucuz ekmek kuyruklarında saatlerce bekleyerek; 

Bazen aynı fiyata daha sonra bulamayacağından emin olduğu ayçiçek yağı tenekelerini kapışırken alıyorlar bu paylarını. 

Bazen de o devasa hastane binalarından randevu alamayarak ve şifa bulamayarak, katkıları oldukları kötülüklerden payını alıyor halk. 

Kısacası; toplumlar rıza gösterdikleri, yükselttikleri ya da sessiz kaldıkları hiçbir kötülükten muaf olamıyorlar.