Önceki hafta Enes Kara'nın dini baskılardan ötürü intiharı üzerinden, cemaat öğrenci evleri ve kaçak yurtlar tartışılırken cemaatler ve iktidar yanıt veremeyecek derecede köşeye sıkışmış durumdaydı. Muhalefetin gündem yaratma avantajını ele geçirmek ve acilen gündemi değiştirmek gerekiyordu. İnançlar üzerinden karşı atağa geçmek için fırsat kollayan kesimler boş durmadılar, zorlama da olsa birkaç mesele ortaya atıp, tutup tutmayacağı konusunda şanslarını denediler.

Önce türkücü İzzet Yıldızhan’ın şarkıcı Gülşen’in sahne kostümü için söylediği “külotla sahneye çıkmasınlar” sözleri üzerinden konu biraz tartışıldıysa da pek sürdürülemedi. Sonra Sezen Aksu'nun “Şahane Birşey Yaşamak" adlı şarkısındaki "Söyleyin o cahil Havva ile Ademe" dizelerinin güya inanca saldırı niteliğinde olduğu iddiası ortaya atıldı. Gündemi takip edenler (ben de dâhil) bu zorlama ve içi boş iddianın da kısa süre konuşulup geçeceğini düşündüler, ama yanıldılar. Beş yıl önce piyasaya çıkmış bir şarkıdaki bu ifadeleri şimdi fark edip ortaya dökenler de işin buralara kadar geleceğini muhtemelen ummamışlardır!

Sezen Aksu’ya saldırı argümanlarında akıl ve vicdan sınırı kalmadığı gibi zekâ ve minimum izan da kalmamıştı. Sözleri Sezen Aksu’ya ait Tarkan'ın seslendirdiği "Cuppa Cuppa" şarkısı 15 Temmuz darbe girişiminden bir gün önce yayınlanmışmış, bu sözlerle aslında "Cunta Cunta" denmek istenmişmiş! Darbe girişimini bir gün önceden bildikleri için şarkının yayımlanma tarihi o güne denk getirilmişmiş, pes!

FIRSAT BU FIRSAT...
Toplum kesimlerini birbirlerine düşmanlaştırma siyaseti marifetiyle üretilmiş Mili Beka Hareketi adlı oluşum Sezen Aksu’nun evinin önünde basın açıklaması yaptı. Muhalif hiçbir demokratik eyleme fırsat tanımayan polisin bu eyleme izin vermesi şaşırtıcı bulunmadı.

Son haftalarda moral avantajı yitirmiş iktidar cenahının bu planlı saldırısının bir şekilde tuttuğu görülünce, “ben de geride kalmayayım” diyenler açıklama sırasına girdiler. MHP Genel Başkanı Başkanı Bahçeli, "Bu tiplerin kafaları arızalı, kalpleri taşlı ve dikenlidir" dedi. Cübbeli Ahmet, İlahiyatçı İhsan Şenocak, Ebubekir Sofuoğlu gibi İslami kimlikleri önde kimi şahsiyetlerin de dâhil olduğu geniş cepheli bir taarruz başlatıldı.

Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığının bir ofisi gibi faaliyet yürüten, Enes’in intiharında sessiz kalan Diyanet’in böyle bir fırsatı değerlendirmemesi düşünülebilir miydi? Kabul edelim ki yine de insaflı davrandı Diyanet. “Dini şahsiyet, sembol ve değerlerle ilgili” genel uyarı yapan Diyanet, şarkıyı “en hafif tabirle saygısızlık” olarak nitelemekle yetindi.

RTÜK geri durur mu? TV müzik kanallarını tek tek arayarak, “Milli ve manevi değerlere aykırı tüm şarkılar” konusunda tehditle karışık uyarısını yaptı. Daha birçok kurum ve kişi muhalefeti inançlar üzerinden köşeye sıkıştırma avantajı olarak gördükleri bu konuyu diri tutmaya çabaladılar. Ancak çok daha ağır hamle haftanın son gününde Cumhurbaşkanından geldi.

ERDOĞAN: O DİLLERİ KOPARIRIZ!
Ben bu yazıyı bitirmek üzere iken “yok artık” dedirtecek nitelikte son vuruş Cumhurbaşkanı Erdoğan’dan geldi! Cuma namazını kıldığı cami mikrofonundan cemaate konuşan Erdoğan “Hz. Adem efendimize kimsenin dili uzanamaz. O uzanan dilleri yer geldiğinde koparmak bizim görevimizdir” dedi. Beklenenden çok daha sert bu ifadeleriyle Erdoğan, günlerdir sürdürülen izan ve insaf dışı saldırı ve hedef göstermelerde çıtayı en tepeye taşımış oldu.

Anayasaya göre “Devlet başkanı sıfatıyla Türkiye Cumhuriyetini ve Türk Milletinin birliğini temsil eden”, iç barış ve huzurun en üst düzey sorumlusu Cumhurbaşkanı “o dilleri koparırız” diyordu. Bunun daha da ötesi, (dilimizden yel alsın) bu tehdidi görev ve emir telakki edecek birilerinin ortaya çıkıp gerekeni yapması olabilirdi ancak!

Üstelik bu hafta, o dönemde bazı kesimlerin düşman olarak göstermesi üzerine ve göz göre göre ölüme gönderilen Hrant Dink’in katlinin 15. Yılı anmaları yapılıyordu. Bu anma ile benzer, yeni bir düşman yaratma çabalarının aynı günlere denk gelmesi üzerine gazeteci İsmail Saymaz “Dün güvercini vurdular, bugün serçeyi boğazlıyorlar” başlıklı bir yazı kaleme aldı. Ülkemizde yaşanan bunca acılı deneyimlere rağmen sonu belirsiz kışkırtmalardan hala siyasal fayda bekleniyor olması çok dehşet verici değil mi?

Daha önce “Taliban’ın inancıyla ters bir yanımız yok” diyen anlayış, sanatçı dilini koparma tehdidi ile sanata bakış açısından da Taliban ile “ters bir yanları olmadıklarını” mı deklare etmiş oldu acaba? Cumhurbaşkanının din üzerinden bu kadar ileri düzeyde bir tehdidi dillendirmesi, beklenen seçim çalışmalarını da daha çok “dinliler ve dinsizler” ayırımı üzerinden yürüteceğinin bir ipucu olarak görülebilir mi?

BU SÖZLERDE DİNİ DEĞERLERE SAYGISIZLIK VAR MI?
Üzerine gidilen bu dizeler gerçekten de inanca saygısızlık boyutu içeriyor mu acaba? Birçok ilahiyatçı konuyu İslami açıdan değerlendirdi ve sorun olmadığını söylediler. İlahiyatçı Prof. Mehmet Hayri Kırbaşoğlu da bunlardan birisi. Kırbaşoğlu gazeteci Nevşin Mengü’ye DW’de verdiği mülakatta Kur'an-ı Kerim'in Adem ve Havva için yaptığı eleştirilerin yanında bu şarkı sözünün son derece masum kaldığını söyledi. Özetle; “Klasik dönem Kuran yorumcuları Adem Alehiselam için cehalet tabirini kullandılar. Bu âlimler Cehalet kavramını bilgisizlik ve sağduyusuzluk olarak iki manada kullanılmıştır. Adem için cehaletten daha ileri benzetmeler bizzat Kur'an-ı Kerim'deki Bakara Suresinde kullanılmıştır. ‘Adem Rabbine karşı geldi, asi oldu ve haddi aştı’ şeklindeki ayet Adem için cehaletten kat kat daha ağır bir eleştiridir” dedi.

Konu soğukkanlı ve insaflı değerlendirildiğinde, ortada İslami açıdan bir sorun olmadığı halde “dil koparmaktan” bahsedebiliyorlar. Oysa daha önceleri “bakara makara” diyerek dini değerleri alenen aşağılayan eski bir Bakan Büyükelçilik görevi ile onurlandırılmıştı! Bugün Sezen Aksu’yu linç kuyruğuna girenlerin; ne o hakaretin yapıldığı günlerde, ne de bunu yapanın ödüllendirildiğinde tek kelime etmediklerini hatırlıyoruz.

BU İŞLER NASIL BAŞLATILIP BÜYÜTÜLÜYOR?
Bu akla ziyan suçlamaları yapanların ve onların ardından furyaya katılıp destekleyenlerin kendi safsatalarına kendilerinin de inanmadığını düşünüyorum. Koşullar bu ülkede olağan olsaydı, bu zihniyetin ürettiği deli saçması iddiaları ciddiye dahi almayıp gülüp geçmek gerekirdi. Ama ülkede çoktandır hukuk ve rasyonalite ve birlikte ahlak ve vicdan da tümüyle terk edildi. Bu yüzden tüm yaşatılan saçmalıklara gülüp geçemiyoruz. Zira bizim “saçmalık” dediğimiz yaklaşımlar üzerinden zihinler işgal edilip seçmenler politize ve mobilize ediliyor.

Ülkenin bu kadar kötü yönetilmesi sebebiyle kitleler ekonomik yaşam mücadelesi verirken, yönetenlerin gelecek adına ciddiye alınabilecek hiçbir vaatleri olamıyor. Siyaset adına topluma söyleyecek şeyleri kalmayanlar siyaseti bırakıp gidecek değiller ya! Sürekli bir düşman yaratma, o düşmanın ne kadar kötü ve tehlikeli olduğuna toplumu ikna etmeleri gerekiyor. Maddi maliyeti olmadan kitle ikna araçları olarak, inançlar ve duygularının istismarı dışında seçenekleri kalmıyor.

Bu sebeplerle önce iktidar beslemesi bir yayın organında bir konu öne atılıyor, sonra maaşlı trol ordusu konuyu sosyal medyada köpürtüyor. Bakıyorlar ki yapay gündem konusu tabanda kısmen tuttu, iktidarın tüm destekçileri konuya hemen sarılıyorlar. Böylece ne kadar akıl dışı ve hatta komik de olsa konu kamuoyunda bir süre yer buluyor.

TÜM TELAŞ EKMEK KAPILARININ KAPANACAĞI KORKUSUNDAN 
Toplumun asli sorunları konuşulmasın diye algı ve dikkatlerinin düzenli olarak yönlendirilmesine ihtiyaç duyuyorlar. Bu yüzden sık sık saçma konuları gündeme sokmaya çalışıyorlar. Bu meselenin dini değerleri koruma gayesinden değil, siyasal gündem yaratma ve muhalefeti inançlar üzerinden köşeye sıkıştırma çabasından üretildiği çok açık ortadadır.

Kendi mahallelerine dönük “bırakın yoksullaşma ve açlık muhabbetlerini, din elden gidiyor!...” diyerek, “inançlarının” her şeyden çok daha önemli olduğuna toplumu iknaya çalışıyorlar. Oysa var olan dinler hiçbir yere gitmiyor, sadece “ekmek kapıları”nın gittiğini görüyor ve panikliyorlar. Bu tarz “din elden gidiyor” mealinde propagandaların yoğunlaştığı dönemlere ve yerlere bakalım; bunların hepsinde de iktidarla birlikte güç, kudret ve iltimasların elden gitme kaygısının güçlendiği çok açık görülür.