“Hakikati söylemek devrimci bir eylemdir” George Orwell

*
​Değerli Okurlar,
​Toplum olarak derin bir ikilem içindeyiz: Ya sorumluluktan kaçıp "Ben ne yapabilirim ki?" diyenler olacağız ya da bu gidişata hesap sorup "Biz nereye gidiyoruz?" diyenler.

Bugün Türkiye’de gençler işsiz, emekliler yoksul, çiftçi borç içinde...
Üç tarafı denizle çevrili dört bir yanında kaos ile süren hayatımız...
Ötekileştirme, kutuplaştırma, senden benden kavgası...

Kısaca içten ve dıştan gelen saldırıların kıskacındaki milyonların acıları, sıkıntıları ile bir labirentte sıkışıp çıkış için bir umut var mıdır yok mudur diyerek çırpınışlarını gören görebilen kaç kişi "Bu düzen böyle gitmemeli, gitmez!" diyerek harekete geçiyor?

Bakınız,
​Siyaset sahnesinde başarısızlıklar zafer gibi sunuluyor, ekonomi makyajlı rakamlarla parlatılıyor ve adalet güçlülerin lehine esniyor. Eğitimden diploma alıyor ama düşünme becerisinden yoksun kalıyoruz. Üretmek yerine tüketimi konuşan bir toplum haline geldik. Milyonlarca mültecinin durumundan ya da kırk yıldır maddi manevi yıkıma sebebiyet veren terörden ve onu besleyen iç dış güçlerden bahsetmiyorum bile...

Her daim söylenen o sözü unutmayın;
Eğer,
Gören gözler kör, duyan kulaklar sağır, bilenler bilmez ve konuşması gereken ağızlar dilsiz olursa o cendereden çıkılabilir mi?

​Cemil Meriç, "Hakikat, çoğu zaman en büyük düşmanını cahillerin alkışlarında bulur." derken haksız sayılmaz. Bugün o alkış, doğruyu söyleyeni değil de en gürültülü anlatanı ödüllendirmiyor mu?

​Bu karmaşada kimliklerimiz de kayboluyor gibi... Sosyal medyada "erdemli" görünmeye çalışırken, özel hayatlarımızda farklı davranmıyor muyuz?

Yani, söz ile öz arasındaki makas her geçen gün biraz daha açılıyor.

İşte, bu iç içe geçmiş insan ve ülke gerçekliğini anlamak için iki farklı söze bakmak gerekiyor. Biri kadim bir atasözü, diğeri ise Bülent Ecevit'in sözü...
Unutmadan, bir de üçüncü bir sözümüz olacak.

​Başlayalım;
"Kıpti şecaat arz ederken sirkatin söylermiş." Bu söz, bir kişinin en çok övündüğü şeyin, aslında en zayıf noktası olabileceğini anlatır.

Tarih boyunca iktidar sahipleri dl"kahramanlık" nutukları atarak, perde arkasında kendi çıkarlarını korumuş ki, bugün de durum farklı değil.

​Yine, "Milli irade" ya da "halkın yanındayız" diyenlerin de yolsuzluklarla anıldığı,halkın sırtından servet devşirdikleri bir çağda, bu övünçle anlatılan hikayelerin aslında birer itiraf niteliğinde olduğu;
Torpille yükselenler, liyakatsizliği marifet sayanlar, kendi "sirkatini", yani hırsızlıklarını cesaret gibi sunarken alkışlamak zorunda bırakılıyoruz.
Neden?
Zira alkışlamazsak "karşıt", sorgularsak da "hain ya da düşman" ilan ediliyoruz.

​Oysa olması gereken yapılan o yanlışları sahiplenmek ve düzeltmek için gereğini yapmak değil midir?

Bu karanlık tablonun aydınlatan bir ışığı Bülent Ecevit'in şu sözünde buluyoruz:
"Namuslu bir hikayen varsa seni kimse satın alamaz."

​Bu söz, paranın, gücün veya makamın, bir insanın namusuna ve dürüstlüğüne boyun eğdiremeyeceğini anlatır ki, gerçekten o insan, kimseye boyun eğmeden kendi değerleriyle yaşar ve vicdanının sesini dinler.

​Siyasette "büyük resim" diyerek küçük hesaplar peşinde koşanlara, ekonomide "milli ve yerli" sloganlarıyla vurgun düzenini sürdürenlere, medyada iktidara biat edenlere, toplumda "bana dokunmayan yılan bin yaşasın" diyenlere soruyorum:
Dürüstlük bir lüks mü oldu?

​Hepsi, Ecevit’in direniş çağrısını kulak ardı ediyor. Oysa bu söz, sadece bir ahlak dersi değil, aynı zamanda bir uyanış çağrısıdır.

​Bir yanda kendi hatalarını görmezden gelen bir toplum, diğer yanda dürüstlüğün ve namusun gücünü elinde tutan insanlar...

Günümüz Türkiye'sinde en çok ihtiyacımız olan şey, bu iki hikayenin farkına varmak yani kendi hırsızlığını cesaret gibi sunanlara karşı durmak ve "namuslu bir hikayesi" olanların da sesini yükseltmek olmasıdır.

​Eğer gerçek bir değişim istiyorsak, önce kendimizden başlamalıyız. Zira namuslu bir hikaye yazmak ancak dürüst bir hayatla mümkündür.

Mesela, Gezi'de, Soma'da, 6 Şubat depremi sonrası halkın kurduğu yardım ağlarında bu toplum kendi hikayesini yazmadı mı?
Bunlar satın alınamayan, manipüle edilemeyen, namuslu hikayeler değil miydi?
O hikayeler gerçek oldukları için toplumsal belleğimizde yer etmediler mi?

​Peki, çıkış yolu yok mu?
Elbette var: Onun adı dürüstlük, cesaret,örgütlü olabilmek,tarihte yaşanmışlıklardan da yararlanmak ve düşünürlerin söylediklerinden de feyz almaktır.
İşte,
​Konfüçyüs, "Bir ülkenin çöküşü, önce dilin bozulmasıyla başlar" diyor ki, bugün Türkiye’de siyasi söylemlerin içi boşaltılmış, adalet ve demokrasi gibi kavramların anlamı çarpıtılmış değil midir? Hal böyle olunca toplum da gerçeklerden uzaklaşıyor.

​Albert Camus, "Başkaldırı, insanın kendi onurunu koruma çabasıdır" derken, sessiz kalanların yarın kendi köleliğini meşrulaştırmış olacaklarını adeta ihtar ediyor.

​Ve şimdi o son söz...
İsmet İnönü'nün dediği gibi:
"Bir ülkede namuslular namussuzlar kadar cesur olmadıkça o ülkede kurtuluş yoktur."

​Değerli Okurlar,
​"N'olacak bu halimiz?" sorusunun cevabına gelince; Önce hangi hikâyenin parçasısınız, ona karar vermelisiniz, zira bir yol ayrımındasınız:

​Ya Kıpti’nin, övündüğü şeyin esasen utancı olduğunu fark etmeyenlerin hikâyesi...
Ya da Ecevit’in, namusunu satmayanların, bedel ödese bile direnenlerin hikâyesi...
Ve,
​Her şey seçtiğiniz hikayede gizli. Doğrusunu seçin, bizim de hikayemiz olsun.